25 Aralık 2011 Pazar

Cahit'e Saygı

Bandini ve Cahit arasındaki farklar yahut Bandini 101:

Bandini kedi sever, Cahit it.
Bandini temizdir, Cahit leş gibi kokar.
Bandini yaşar, yaşadığını bilir; Cahit hep ölür; öldüğünü zannederek yaşar.
Bandini şaşırır, Cahit kendini Allah sanır.
Bandini kurtarıcıdır. Gecenin üçünde insanları dinler, onlarla konuşur, acılarını dindirir. Cahit kurtarılmaya çalışılır. Fransız dostu dışında kimseye gitmez, sokakta yatar.
Bandini laf atar, Cahit yumruk.
Bandini taşralıdır, Cahit varoş.
Bandini kadın siker, Cahit kafa.
Bandini sınıftan kaçamaz, Cahit kaçtığını zanneder.
Bandini dertlidir, Cahit efkârlı.
Bandini çok konuşur ama arada dinler. Cahit boş konuşur, ama hiç dinlemez.
Bandini sustuysa muhtemelen oturuyordur. Cahit sustuysa -kesin- dans ediyordur.
Bandini ne yaptığını bilir. Cahit hiçbir şey bilmez; sadece yaşar.
Bandini biradır, Cahit on bira + dans.
Bandini yaradır, Cahit merhem.
Bandini para der, Cahit bira.
Bandini sigara sever, Cahit cigara.

Bandini kadın ister, Cahit amcık.
Bandini yazar, Cahit söyler.
Bandini küfreder, Cahit söver.
Bandini düşler, Cahit düşer.
Bandini arada işe gider, Cahit hep çişe.
Bandini flaneur’dür, Cahit planör.

Fakat arkadaşlar, şöyle de bir gerçek var ki Cahit işler, Bandini ışıldar. Çünkü Bandini kendini, Cahit’in acılarından üretir. Cahit kendini, o acılarla tüketir. Ama tükenmek Cahit’in derdi değildir. O, acılarıyla mutludur, eğlenir. Eğlenmekten gayrısı Cahit için laf-ı güzaftır.

Ve Küçük Mumya gider...


Aynı sorun: “Ben Dean kadar güçlü değilim, götüm yemiyor”.
Ne yapsak, suçlu mu hissetsek, yoksa yine her zamanki gibi topu Cahit’e atıp onu mu suçlasak… İçimizden birisi kesin suçlu ama biz onun hangimiz olduğunu bilmiyoruz. Sonuç olarak; yine yarım kalır. Küçük Mumya gider. Odada bir tek Chaplin’in The Kid filminin afişini bırakır. Ne anlatmak istiyor? O dile vakıf değiliz, bilmiyoruz.
Aynı çözüm: Erbab-ı deneyim değiliz, herkes büyüsün!

8 Aralık 2011 Perşembe

Munro’ya Cevap


Kitabımız çıkmış, yine “artist” olmuşuz. Olmaya artist cihanda… [bir dakikalık saygı duruşu].
27 yaşındayım, Boris Vian 27 yaşında artık kitap yazmayı bırakmıştı. Şimdi iyi mi hissetsem yoksa suçlu mu bilemiyorum. Aman ne yapayım...

Yeri gelmişken;
Son bakışta aşk; evet “son bakışta”. Bunu anlatacak sözcükler için burası çok dar.

Bir de;
Benliğimde mevcut olan ruhların sonsuz çokluğu bana ait. İstediğimde istediğimi kendim seçerim. Aynısı Munro için de geçerli, lakin zat-ı hali onları kontrol etmeyi sevmez. Bütün derdi bu yüzden kendisiyledir aslında. Yazdıkları “kendi boğazına geçirdiği ilmik”, kendisiyle bir hesaplaşma…
Şimdi yeni bir çelişki bulmuştur kesin. Belki “varoluş” ve “aşktır” belki de “mavi” ve “siyah”. O bunu kabul etmez.

Sonuç mu?
Her birimiz ötekine kendi deneyimsizliğini fırlatır. Yüzümüz lekelerle süslü. Kulaklarımız dilsiz.
Meteliğimiz yok ama klavyemiz var, yazalım öyleyse:

Çoğunlukla etek altı çapındaki bir dünya çocuğu açmaya yetmiyor. İyiden iyiye daraldı artık. Sorun bu kadar basit. Ve teninin altına gizlediği kürkü, onun çıplaklık iddiasını daha da komik kılıyor. Erbab-ı deneyim değiliz, herkes büyüsün!

Bandini'ye Ağıt


Günlerdir bir şey yazmaya çabalıyorum. Kafamda tepişen binlerce fili ne susturmayı becerebildim ne de onları yazıya aktarmayı... Dostum YD kitabı çıkmasının verdiği haklı gururla çok üzerime geldi durdu. "Okumuyorsun Ulaş, yazmıyorsun Ulaş, üretmiyorsun Ulaş," üretmiyor olabilirim, ama bu fantasmagoriiçinde bir çok şeyi tüketmeyi unutmadığım kesin. "Halbuki bilmiyor," korkuyorum... Peşimde bir reapervarmış gibiyim YD ve ben "Dean" kadar güçlü müyüm bilmiyorum. O sebepten ben de Benjamin'e güvendim... O'nun deyişiyle hiçbir şey söylemeyeceğim... Onlar konuşacak, ben montajlayacağım. Çünkü elçiye zeval olmaz.

"[...] kısa bir girizgâha ihtiyacımız vardır. [...] [aktörlerin] asıl işe başlamadan önce mümkün olduğunca çabuk atlatmaları gereken, aptalca ama gerekli bir formalite (s. 152)... Montaj genelliklegerçek parçalarından -film parçalarından birbiriyle alakasız tek tek çekimlerden- bir sinemasal mekân efekti yani özgül bir sinemasal gerçeklik üretme yollarından biri olarak görülür... Gelgelelim gerçekparçalarının sinemasal gerçekliğe dönüştürülmesinin, bir tür yapısal zorunluluk yoluyla, belli bir kalıntı [...] onun parçası olan bir fazla ürettiği çoğunlukla gözden kaçırılır (s. 158)" Zizek,Yamuk Bakmak.

"Dün gece düşümde gerçekliği gördüm. Sabah uyanınca bir rüya olduğunu anlayınca çok rahatladım." Lec.

"Nietzsche'nin dediği gibi gerçek dünyayla birlikte görünümler dünyasını da yitirdiğiniz zaman içinde yaşadığınız evren olgusal, olumlu ve bu haliyle de gerçek olmasına gerek kalmamışbir evrendir (s. 23). [...] Bu durumda kötülük nesnel, öyleyse somut bir şekilde ortadan kaldırılabilecek bir gerçekliğe dönüşmektedir (s. 27). [Halbuki] Jarry katlanarak artan cinsel ilişki sayısı konusunda güzel sonuçlar üretmişti. Ona göre tehlikeli eşik aşıldıktan sonra sonsuz sayıda cinsel ilişkide bulunabilmek mümkün... Tabii ki patafizik bir yorum! (s. 198)" Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh.

"Oysa psikanalizin en ilerlemiş kavrayışı bile böyle bir 'karşılıklılık' momentinde duruveriyor...Aşk, sevilenle bir bütünleşme arzusudur diyordu Platon diyalogları... Tek gerçek sevginintensel değil tinsel, dünyevi değil tanrısal olabileceğini söylüyordu Aziz Agustinos... Ve bu temalara gündelik hayatımızdaki -ne kaldıysa geriye- idealler açısından hâlâ tanışığız yeterince (s. 24). [...] Zalimden nefret ediyorumdur bu açık. Çünkü sevdiğim birisine kötülüketmeye hep itiliyor olduğunu var sayarım (s. 80)." Baker, Yüzeybilim Fragmanlar.

"Zina etmeyeceksin!" On Emir.

"Bağlılığın erdemlerin en yücesi olduğuna karar vermesi de bunun sonucunda oldu;bağlılık aksi halde tuzla buz olup saniyenin binde biri uzunluğunda izlenimlere bölünecek yaşamlara bir bütünlük veriyordu (s. 97)." Kundera, V. O. D. Hafifliği.

"Faust, yüreğinde iki ruhu barındırabiliyorsa [...] normal bir insan çatışan düşünseleğilimleri neden içinde barındıramasın?" Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci.

"Benjamin içinse her zaman bir 'ikili ruh' söz konusu olmuştur. Gerçi bu ikili ruhudengelemenin bir yolunu bulduğunu söylemek zor (s. 17) Gürbilek, Son Bakışta Aşk.

"Ruhsal dalgalanmanın (fluctuatio animi) yarattığı bir belirsizlik var ve bu işin içinden kolay kolay çıkılamaz gibi görünüyor... Ancak var sayalım ki... içinde 'melodramatik' bir vaziyetin tahlili var... Bu tahlil bize hem aşkın doğasının önemli bir yönünü hem demelodramın doğasını açıklayabilir (s. 25)" Baker, Yüzeybilim Fragmanlar.

"Alfredo: Nasıl olduğunu bilirim...
Mavi gözlüler en beterleridir.
Ne yaparsan yap
işe yaramaz. Yapabileceğin hiçbir şey yok. İnsan ne kadar büyük olursa
bıraktığı iz de o kadar derin olur. Eğer erkek severse, çıkmaz bir
yol olduğunu bile bile acı çeker.
Toto:Son söylediğin güzeldi. Fakat hazin.
Alfredo: Benim lafım değil. 'The Shepherd of
the Hills' da John Wayne söylemişti." Nuevo Cinema Paradiso

"Psykhe o kadar tatlı ve nefes kesecek kadar güzel bir kızdı ki, onu gören herkes aklını kaybedip onun için bir şeyler yaparlardı... İki büyük ablası yabancı ülkelerden zengin birer kralla evlenmişlerdi, ama işe bakın ki kimse ona evlenme teklifi etmemişti. Aslında erkekleronun bu güzelliği karşısında evlenme teklifi etmeye çekiniyorlardı... Bir gün Aphrodite, en büyük oğlu Eros'a 'bu kız kendini ne zannediyor,' diye öfkeyle sordu. 'Ne kadar güzel olduğu umurumda bile değil' [...] 'Eros, senden onun kendine olan güvenini kaybetmesinisağlamanı istiyorum. Aşk oklarından birini 'Psykhe'nin kalbine fırlat ve onu gördüğün en çirkin adama aşık et! (s. 187)'" Milbourne ve Stowell, Yunan Mitolojisi.

"Bildiğim bir şey varsa, güneşle çöl arasına giremezsin, bildiğim bir şey varsa bildiğim bir şey yoktu: Beynim, kalbim, dilim tutukluk yapmıştı. Şebnem'e tutulmuştum. İşim bitikti. Vücudumdaki tüm kimyasallar çalkalanıyordu. Bir sigara yaktım (s. 154)." Menteş, Korkma Ben Varım.

"Erkek yüzünü onun yüzüne bastırdı ve yatıştırıcı sözcükler fısıldadı kızın uykusuna doğru... Kızın hararetinin nazlı kokusu geldi Tomas'ın burnuna, içine çekti kokuyu, onun bedeninin gizli saklı nesi varsa tıka basa içine doldurmak ister gibiydi... [yüzünü] yastığa gömdü uzun bir süre kaldırmadı...
Peki aşk mıydı o duygu? Onun yanı başında ölmek istemesi abartılı bir duyguydu apaçık; bu daha ikinci görüşmeleriydi! Yoksa ta içindeki sevme yeteneksizliğini farkına varıp da, aşktaklidi yaparak kendini aldatma gereği duyan bir adamın histerisi miydi sadece? Bilinçaltıöylesine korkaktı ki, bu küçük güldürü için seçip seçeceği en iyi eş yaşamına girme konusunda hiçbir şansı olmayan şu zavallı garson kız olmuştu (s. 15)!" Kundera, V. O. D. Hafifliği.

"Yaşamınız boyunca erkeğin gözünde, onun karısını kıskandırmak, erkeklik gücünüve/veya bağımsızlığını kanıtlamak için kullanılan, arkadaşları arasında son 'ilginç' macerası olarak tartışılan 'öteki' kadın olacaktınız. (Kadın öteki kadın olmaya, bu adın gösterdiklerine artık aldırmıyorsa bile erkek aldırmaktadır.) Evet, sevgi erkekler için kadınlarınkinden bütünüyle bambaşka bir anlam taşır: Erkek için sevgi, sahip olmak,denetlemek; daha önce hiç göstermediği durumlarda kıskançlık göstermesi demektir (s. 156)...
Şimdiye dek 'aşk'la sevgi arasında bir ayrım gözetmedik. Çünkü biri sağlıklı (sıkıcı), öteki sağlıksız (acı verici) diye iki tür sevgi yoktur; sevgi olmaya çabalayan ya da insana günleri zehir eden bir şey vardır. Sevgi egemenliğin ağır bastığı bir ortamda oluşacaksa, herkesin sevgi yaşamı ister istemez bundan etkilenir. ÇÜNKÜ EGEMENLİK VE SEVGİ BİR ARADA YAŞAYAMAZLAR (s. 157)." Firestone, Cinselliğin Diyalektiği.

"Zoey paketten bir sigara çıkardı, onu dudakları arasında sıkıştırıp bir kibrit çakmaya kadar götürdü işi, ama düşüncelerinin baskısı sigaranın yakılmasını uygulanamaz hale getirmiş olduğundan kibriti üfleyerek söndürdü ve sigarayı ağzından çekti... 'Bilmiyorum!' dedi (s. 85)" Salinger, Franny ve Zooey.
U.








17 Ekim 2011 Pazartesi

Bedeli Olmayan Aşırılık Yoktur


— Kaos bendeydi dün gece, sana selamı vardı. Yaz bunu kenara.

— Beni sözcü seçtin galiba.

— Evet. Kutsal bir görevin var artık: Tecrübelerimin yarattığı onarılmaz tahribatın sözcüsü.

— Hep aynı, hep peygamberane. Değişmiyor, “İsa ve Mesih’le kombinasyonlar”…

— İtirazın mı var? Bu “kombinasyonlar” senin kayıt dışı ilişkilerinden iyidir.

— Üstüme gelme. Asabım bozuk.

— Neden?

— Yaklaşık olarak şundan: “Sevgiliniz size yalan söylüyorsa bilmediğiniz sürece bir sorun yoktur. Bir şekilde öğrendiğinizde, ‘anlatacaktım’ diyorsa, unutmayın, yine yalan söylüyor.” Hatırladın mı?

— Evet, hatırladım, eski sevgili evreninde sağ gözün morken yazmıştın. 2010’du.

— Benzer şeyler işte.

— Hep “benzerdir” zaten: “Sevdiğin kadın şu an bir dallamayla öpüşüyor, ya da daha kötüsü onun taşaklarını yalıyor”. Sen hatırladın mı?

— Evet, şu Bukowski çakması dediğin, sansürlediğin yazı.

— Evet.

— Eeee, sonuç? Nasıl çıkılır buradan?

— Bilmiyorum. Bak ne demiş adam: “Bedeli olmayan aşırılık yoktur”.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Mükemmellik Erdemdir (Yerse...)

- Hiç kimse mükemmel değildir.

- Herkes mükemmeldir. Sadece mükemmel olmak için değil olmamak için çaba harcar. Hergün kendini başka şekillerde öldürür. İçkiyle, sigarayla, yemeklerle, takıntılarla, hırsla, kıskançlıkla, uykuyla, dedikoduyla; başka hayatlara duyduğu özlemle kendi hayatını hiçe sayar bir de başka hayatlara bakarak hükümler verir, yargılar, ceza keser ve bilmez beyninden çıkan her düşünce zerresinin yine ona döneceğini...

Başkaları için gösterdiği özeni önce kendine gösterebilirse şüphe yok ki mutluluk ardı sıra gelecektir.

Ölüyoruz, Demek ki Yaşanılacak...

Yirmi yedi yaşında ölmek marifet diyorlar:  Bazı yetenekli müzisyenler (Kurt Cobain, Janis Joplin, Jim Morison, Jimi Hendrix filan) madde bağımlılığını biraz abarttıktan sonra bu yaşta ölmüş. Biz [dissosiyatif kimliğimin tüm karakterleri olarak “biz”] bunu bir türlü içselleştiremedik. Yirmi yedi yaşında ölemedik. Zaten gitar çalmayı da bilmiyoruz. Bize ne?

-         Ölmenin kutsanacak bir tarafı olabilir mi lan?
-         Olur tabi.
-         Nasıl yahu?
-         Şehit olursun.
-         Ha siktir sen iyice kafayı buldun. Git gerilla ol o zaman.
-         Savaşırken ölenlerden bahsetmiyorum ki şehit derken.
-         Kimden bahsediyorsun ya, yazarken ölenlerden mi?
-      Hayır. Bak şimdi: Düşün ki adam evli bir kadınla yataktayken o kadının kocasına yakalanıyor. Koca orada adamı öldürüyor. İşte o adam şehit olmuştur.

Aslında yakın zamana kadar ölmek dert değildi. Eros’un aşağı ve yukarı itkileri arasında gidip gelirken [ki Eros’un aşağı itkisi de kendi içinde başka bir “gidip gelme” pratiğini barındırıyordu] sırf “tarihe geçmek” arzumuza engel olamadığımızdan ölmüyorduk. Bunun dışında canımızın istediği herhangi bir an -karizmatik bir “ölmek” olması şartıyla tabi- ölebilirdik. Üstelik -ölümü beklerken sıkılmamak için girdiğimiz bunalımları saymazsak- fazlasıyla da tatmindik “bohemliğimizden”.

Küçük Mumya: Ben üniversiteyi kazanana kadar ölme lan.
Arturo Bandini: Git ders çalış!

Sevgili dostumuz Dünya ve Pantolon’da hayaları boğazında bir adam tasvir etmişti. Biz o adamı anlamamış fakat ona “eşlik” etmiştik. Sevgili dostumuz iyi dikilmiş bir pantolonu kötü tasarlanmış bir dünyaya tercih ediyordu. Biz de tercih ediyorduk. Sevgili dostumuz “yine dene, yine yenil” diyordu. Biz denemeyi seviyor fakat yenilgiyi bir türlü hazmedemiyorduk. Sevgili dostumuza -ve sevgili dostumuz benzeri başka dostlarımıza da- “eşlik” ederken yarattığımız kaos, sınırsız olmayı teşvik etse de bizim -sırf korktuğumuzdan- çizdiğimiz sınırlarımız, özellikle de “bir daha asla yapmam” dediğimiz şeyler vardı:

1- 1996 yazındaki kavgada; şişeyi kırıp “gelin ulan” diyen çingeneyi ciddiye almamak.
2- Sevgilinin başkasından peydahladığı çocuğu kendinin sanıp kürtaj masrafını karşılamak.
3- Altı kişi saldırdıklarında “erkekseniz teker teker gelin lan” demek. (Sonra hepsinden teker teker altı kere daha dayak yemek).
4- Kendini yakarak intihar etmeye yeltenmek, sonra götü yememek.
5- Seni aldatan bir kadınla tekrar birlikte olmak.
6- Telefon sapığını eve çağırıp onunla yatmak.
7- Sırf macera olsun diye bir kadını başkasıyla evlenmekten vazgeçmeye ikna etmek.
8- Sadece herkesin ortasında yapmaya cesaret edebildiği için yüz kiloluk bir kadınla yatmak.
9- Bir kadınla öpüşürken evleneceği adama -düğününden bir hafta önce- yakalanmak.
10- Hastaneye yatmak.

Tüm bunların ötesinde, en ihtişamlı tabumuz, telafi edemediğimiz en büyük hata, “bir daha asla yapmamlar” listesinin en önemli maddesi; güvenmekti. Öyle ki, Tanrıya bile sırf ona güvenemediğimizden inanmadık biz.

Hera: Yarattığım erdemi bir kayaya bağlayıp, her gün ciğerinden bir parça kopardım. Ve her gün kendini yenileyen bu ciğerle besledim canavarımı.
Arturo Bandini: Edebiyat yapma kızım! Benim ciğerim beş para etmez.

Çocukken tek kişiydik, bölünerek büyüdük biz. Kendimize olan güvenimiz arttıkça başkalarına karşı güvensizliğimiz de arttı. Maceraya, akla gelmedik çelişkilere, olup olmadık şeylere bağımlı hale geldik. Ölmedik, çünkü elimizde daha iyisi vardı: İçinde her gün yeniden doğduğumuz Kaos. Teorik olarak “kelebeğin kanat çırpması” vesaire…

TikerBell: Öldür nefretini!
Arturo Bandini: Nefretimin rahminde döllenen hayatlar ne olacak?

Öldürdük mü? Bilmiyoruz. Kelebeğin kanat çırpması gerçekten fırtınalar yaratıyorsa perilerin kanat çırpması neye muktedir tahmin bile edemeyiz. Aramızdan ölenler oldu, kalan sağlar olarak silahlarımızı attık, gözümüzü alan ışığa teslim olduk. Pişman değiliz. Yehova’nın uslanmaz Yahudileriyiz. Vaat edilen topraklara mı gidiyoruz yoksa başka bir toplama kampına mı sevk ediliyoruz belli değil. Her halükarda kesin olan bir şey var: “Ölüyoruz, demek ki yaşanılacak”.

16 Eylül 2011 Cuma

Esrik yitişler

Hepimiz bazen doğuya gideriz.Hiç istemesek de ayaklarımız bize ihanet eder.Çünkü ayaklar duygulara değil mantığa hizmet eder.Sözlerimi çentikli grafiklere çevirip duygularımı ve düşüncelerimi sonsuz kılmak istiyorum.Evet doğrusorularısoramayanadam bu yazıyı sana yazıyorum.Turşu gibi buruşmuş suratınla sen giderken doğuya,sanki hiç sahip olmadığım babamdan ayrılır gibiydim.Bu ayrılış sadece senin için zor değildi.Bu ayrılış sadece benim için de zor değildi.Bu ayrılış birlikte olduğun ve sen yanındayken mutlu olan insanlar için bir faciaydı belki de.Ama olsun dayanırız biz yokluğuna.’Bizi biz yapan çükümüz değil aklımızdır’ Ya da ‘Kadının seveninden ve merhametlisinden Allah a sığınırım.’ Gibi parolamız olan cümleler her zaman parolam olmaya devam edecekler. Hatta bunları başka insanlara da öğreteceğim.Sen gittikten sonra beni en çok zorlayan ne biliyor musun ? İz bırakman. Evet benliğimde deriiiiin izler bırakman. Gülüşüm,iç sesim,kriz anlarındaki ani tepkilerim,sakallarımla oynamam,edebi bir havaya bürünmem hepsi,hepsi senin bir yansıman olacaklar.Çünkü sen yoksun ve ben seni yaşatmalıyım kendimce.Eğer bunu yapmazsam yalnız hissederim kendimi.Evet arnold layne iz bırakanlar unutulmaz.Sen hep aklımdasın.Bunu bil, iyi ol ve kendini kendinden sakın.Yüce allahımız hepimize bir dayanma gücü vermiş bunu kullanmaktan çekinme.Biz hep yanındayız.Seni hep sevip kollayacağız.Seni seviyoruuuz,seviyoruuuuz,seviyoruz ! Haa bir de bileğin ağrırsa ne yapmaman gerektiğini sen zaten biliyorsun. ;)

15 Eylül 2011 Perşembe

Ya kendin öp ya da kendini bana öptür.

Son gün.
Yarın sabah İstanbul'dan uçağa bineceğim. Arjantinin başkenti Buenos Aires aktarmalı olarak bir yere gideceğim. Nereye olduğunu halâ bilmiyorum. Bildiğim iki şey var,  yarın gidiyor olduğum ve uçağımın doğrudan değil, Buenos Aires üzerinden gideceği, nereye olduğunu bilmediğim yere. Tüm hazırlıklarımı yaptım; havlular, yazlık, kışlık ve mevsimlik her türden kıyafet, ipekli libas, yün çorap, saten gecelik, iç gıdıklayıcı iç çamaşırları, bunu giyinen insan seks edemez dedirten türden uzun ve yarı-uzun donlar, yöresel yelekler, Stalin tarzı takma bıyıklar, Chaplin duvar saati, geceleri onsuz uyuyamadığım peluş ayıcığım, Mardin'de bir kiliseden aldığım hazretim İsa figürlü çaput, üniversiteye başladığım yıl aldığım kazak, diş fırçalarım, diş iplerim, pazen elbisem, ikinci elcilerden topladığım eski tişörtler ve Arturo Bandini'nin uzaktan annesinin ördüğü battaniye mi yoksa yatak örtüsü mü olduğu belli olmayan örgü ve aklıma şimdi gelmeyen bir sürü şey daha. Büyük yeşil bir valize sığdırdım hepsini. Gitmek için hazırım. Yapmam gereken son birkaç şey daha var; kısmen büyük bir market bulup zeytin almalıyım, ha bir de internet cafe'den, bazı çıktılar almam gerekiyor, uçuşla ilgili bana gerekecek olan. 


Sonra kuğular geldi aklıma. Bunun kadar anlaşılır bir şey olamaz; bütün kuğular beyazdır ve beyaz kuğularla anılan ülkemin hatırasını, neresi olduğunu bilmediğim yerde canlı tutmak için, kuğuları görmek isteyişim kadar anlaşılır bir istek olamaz bence. Ruhum, bütün beyaz kuğuları görmek için can atıyor. Ayrancı hududundan saptıktan sonra, Midyat dolaylarına varmadan önce ülkemin bütün beyaz kuğularını görmek için bütün beyaz kuğulu parka gittim. Onlara hasretle ve acıyarak baktım. Onlara acımamın sebebi beyaz oluşları ya da uçamayacak kadar büyük oluşları değil. Onlara acıdım çünkü yazık. Onlara çok yazık. 


Ardından merdivenli yoldan Fransız büyükelçiliğine gidip, büyükelçi ve konsolosluk çalışanlarıyla vedalaştım. Bir müddet ülkemden, nazlı yarim ülkemden, koca memeli ülkemden, uzaktan bakıldığında devenin götüne benzeyen ülkemden, Hrant Dink'in öldürüldüğü ülkemden, herkesin bilincinin yaralı olduğu ülkemden, nehirlerinden irin akan ülkemden uzak kalacağımı söyledim. Üzüldüler. Üzüntüleri kısa sürdü, dönecek oluşum hemen toparlanmalarını sağladı. Beni türk usullerine göre uğurladılar. Yani ardımdan bir tas ayran döktüler, ve yine türk adet ve göreneklerine uygun olarak, ardımdan hep birlikte kaka yaptılar. Çünkü inanışa göre, nereye gittiğini bilmeyen insanların ardından bir tas ayran döküp, yolun ortasına kaka yapmak, gidenin işlerinin rast gitmesine ve gidenin gittiği yerde çok para ve şöhret kazanmasına vesile olurmuş. Ardıma baktığımda, kaka yapan konsolosluk çalışanlarını ve fransız büyükelçisini gördüğümde gözlerim doldu, hızlı adımlarla uzaklaştım oradan, çünkü ortalığı kesif bir bok kokusu sarmıştı. Gelenekler ne tuhaf.


eve döndüğümde eniştemler ya da dayımlar bizdeydi. Ya da diyorum çünkü eniştemi ve dayımı birbirinden ayıramıyorum bazen. bu an'lar genelde nereye gittiğimi bilmediğim zamanlara denk geliyordu. Dayım ise eğer bizde olan beni uğurlamaya gelmişti. Oturduk, eski anılarımızdan bahsettik, benim küçük bir çocukken yaptığım haylazlıklar ve şımarıklıklardan söz edip eğleştik, yeri geldi ağlaştık. Canım dayım.


Yok eğer bizde olan eniştemdi ise; bana verdiği borç parayı istemeye gelmiş. 100 amerikan doları almıştım ondan, üniversite zamanında harç param denk gelmediği için. Neresi olduğunu bilmediğim yere gideceğimi duyar duymaz soluğu bizde almış, nereye gittiği belli değil, o halde kesin dönmez diye düşünmüş. Ben de hemen AB ofisinin bana verdiği 42 bin avrupa euro'sundan bir deste çıkarıp yüzüne fırlattım. Havada iken sayabildiğim kadarıyla 450 avrupa euro'su fırlatmışım. Al dedim, siktir git dedim. Bir daha bizim evin önünden geçme dedim. O da saçılan paraları toplayıp, bana sarıldı, kendime dikkat etmemi, ve ne zaman bir şeye ihtiyacım olursa, neresi olduğu belli olmayan yerde, kendisini aramamı tembihledi. Uzun uzun sarılıp ağlaştık, vedalaştık. Benim hatırladığım kadarıyla bunlar oldu. 


Uyandığımda üzerimde hiç birşey yoktu. Çok üzüldüm. Samsung marka pili şarj tutmayan dizüstü bilgisayarımdan saate ve facebook'uma baktım. Saat sabaha karşı idi. Saatin sabaha karşı duruşu bazen anlam veremediğim bir şey. Saatler sabaha neden karşı olur ki? Sabah olsun istemez mi saatler? Neyse. Facebook'umda 3 mesaj, 2 de bildirim vardı. Mesajlar versus kitap, roger waters fan page ve pink floyd sayfalarından gelen güncelleme haberleri ile ilgiliydi. Bildirimler ise, birileri bana dair bir şeyleri beğenmiş. Ne tuhaf bir ilişki biçimi bu. 


Tam bu esnada neden çıplak olduğumu hatırladım. Tedirgin uyumak istiyordum, sürekli regl halinde olan ülkemdeki son gecemde. Duş almıştım uyumadan önce. Duş alırken, bedenime çarpıp, çamaşır makinasının üzerine sıçrayan su damlacıkları beni çok derin duygulara sevk etti. Tenime çarpan su damlacıkları yoksa..neyse daha fazla erotizmin alemi yok. Duş bittikten sonra, banyonun zeminine biriken suyu çekbas ile gidere doğru ittirdim. Banyo tertemiz oldu. Ve tam o an o gece üstsüz uyumaya karar verdim. 


Ve o an gelmişti. Kibariye'nin annesinin pek te muhabbet beslemediği şöferin götüne benzeyen ülkemdeki son masturbasyon an'ı ile başbaşa kalmıştım. Bunu yapıp yapmama konusunda çok kararsızdım çünkü son zamanlarda böyle şehvet dolu an'larda aklıma somalili aç insanlar ve hani şu şey varya akbabanın bir çocuğu yemeden önceki son karesi hah işte o fotoğraf geliyor. Alexis ya da Sasha'nın yüzü silikleşiyor, Deniz Baykal'ın pantolon giyme sahnesi beliriyor zihnimde. Yine bu sahnelerin doluştuğu zihnimde çoğalma hissi değil hayatta kalma ihtiyacı kendini hissettirdi. Kalktım, mutfağa gittim, buzdolabının kapısını açtım - buzdolabının kapısını daha önce hiç anadan üryan açmamıştım - kendime biraz üzüm ve yoğurt çıkarttım. Yedim. Oracıkta uyuya kalmışım. 


Uyandığımda başımda bir sürü insan vardı. Hepsi, sabah ereksiyonunun bu kadar şiddetli olabileceğini hayal edemeyen bakışlarla beni süzüyorlardı. Elime geçirdiğim bir levye ile hepsini savuşturdum. Biri hariç. Gitmek istemiyordu. Yalvaran gözlerle bana bakıyor, ne olur yanında kalmama müsaade et diyordu. Müsaade ettim. Oturduk. Gençlik anılarımızdan ve  hızlı trenin yuh ebesinin amı bu ne hız böyle, hızından bahsettik. 



Ve aktarmanın nereden olacağını bildiğim ama son durağın neresi olduğunu bilmediğim yolculuk an'ı gelip çatmıştı...

13 Eylül 2011 Salı

Do you speak english?

Şehri terk ederken esasında ülkeyi terk ettiğimin tam olarak farkında olmadığımı anlıyorum şu anda. Nedenini tam olarak bilmiyorum, bu aidiyet duygusunun yerleşmemiş olmasından dolayı patalojik bir durum da olabilir ama bunun yine her şeyi son güne bırakma huyumla ilgili olduğunu düşünmeye başladım. Sanırım uzun süre boyunca yeni bir ülkede-dilini bilmediğim bir ülkede- kalacak olmanın vermesi gereken gerginliği de son ana bırakmışım. Evet, tam da bu nedenle birden türkçe konuşulmayan bir yere düştüğüm için bu gerginliği yaşayacak fırsatım da olmamıştı. İşte sebebi buldum! İnsan yazarken ya da konuşurken , düşündüğünde sebebinin ne olduğunu çıkartamadığı şeyleri buluveriyor bazen.
Tren garından kalacağım yere gidiyorum. Yorgunluk… Yanımda genç bir kadın var. O da benimle geliyor. O kadar benimle ki annesi ikimiz için azık koymuş çantasına. Fransızca konuşan bir aileye takılıyor gözüm ve kulağım. Anlamaya çalışıyorum konuştuklarını. Belki anlarım… Nafile. Daha değil diye bakıyor adam gözlerimin içine. Ben de tren camındaki yansımamı seyredeyim bari diyorum. Trenden indikten sonra ilk işim ayaküstü el yordamıyla bir tütün sarmak oluyor. Çok derin bir nefes...Ama boşver. Varoluş problemleriyle kafamı kurcalayıp bunalma lüksüm yok daha.
İkinci gün…Poğaça ve kurabiyeler bitti artık. Acilen market bulmalı! Ama önce halledilmesi gereken posedürler var. Saat 12… “I want to join the francais course but I didn’t take an examination”. Sınava gir… Ama kapı kapalı, kimse yok. Neyse, artık yarına kaldı. Saat bir buçukta tanışma toplantısı olduğunu öğreniyorum. Saat 12.30… Yağmur… Açlık ve susuzluk… Ve bir red bul arabası. Arabadan 2 mini etekli manken kız inip bedava red bull dağıtmaya başlıyor. Güzelliğin umurumda değil, bana elindekini ver çabuk!

Telefonda "Yeni Dünya"yı, fırsatlar ülkesini yeniden keşfedecek olmanın hayaliyle yanıp tutuşan bir adamla konuşuyorum. Bana heyecanından bahsediyor. Hatta rüyalarında orada yaşadığını, sabah kalktığında ise yaşadıklarına anlam veremediğini söylüyor:

-"Her gün 'bu da rüyaymış' demekten sıkıldım. Mesela bu gece sana ekspresso makinası ve dana boy toblerone alıyordum gelirken. Hele dün... Şehrin tepesine çıkıp 'Ulen Washington, sen mi büyüksün ben mi?' diye bağırıyordum"

-"Geçer...Bu arada ben iyiyim"

-"Habersiz koma beni"

-"Komam... Çok kayboluyorum burada ben"


Herkese yol soruyorum. Dün iki kadınla tanıştım yol sorarken. Sanırım misyonerlermiş. Çünkü yolu sorduktan sonra çantalarından bir kitap çıkarttılar ve türkçe olan bir bölümünü gösterdiler bana. Mail adresimi aldılar ve jet hızıyla geldi mail:


"Merhaba Emre,

Benim Jeremie. Fransızım ve birkaç seneden beri türkçe öğrenmeye çalışıyorum. Eşimin ve benim bir kız arkadaşı yaratıcı hakkında sizinle konuştu.

Biz de bu konulardan söz ediyoruz. Örneğin yaratıcımızın yeryüzüyle amacı nedir? Peygamberler aracılığıyla yeryüzüne neler bildirildi?

İsterseniz beraber sohbet edebiliriz. Bundan çok mutlu olacağım.

Güle güle oturun."



Belki de ben onları imansız yaparım...

9 Eylül 2011 Cuma

"Toplama Kampında, İnsanlara İnanmayı Öğrenmek"

Ne yaparsak yapalım, verili tarihsel koşullar altında, kişisel varoluşumuzun kendi kendisiyle çelişerek devam ettiği gerçeğini değiştiremeyiz. Birey gittikçe daha çok “azizleşme” temayülüne girmektedir. Buna karşılık, çoğalan ahlaki gereklilikler ve günahların massedilmesi beklentisi, pratik zorluklara yol açmaktadır. Estetize edilmiş düşünsel eskizler, pratik tecrübeler karşısında başarsızlığa uğramaktadır çoğunlukla. Her türlü çelişkiden kurtulmaya çabalayan İnsan’ın normal durumu, yine çelişkidir. İnsan kendi haline bırakıldığında, yani Tanrı’laştığında, kronik çelişki batağında gittikçe derinlere çekildiğini hissetmekten başka ne yapabilir ki?

Sorun değerlerin nasıl kurgulanacağı sorunu değildir. Reel dünyada fazlasıyla insanal değer bulunmaktadır. Sorun, tam anlamıyla üretilen değerler ile yaşantılanan dünyanın nasıl anlamlı kılınacağıdır. Kişioğlunun beşeri sermayesi ve günahlarının maliyeti belli iken, deneyimleyeceği yaşantı ürettiği artı-anlam kitlesinin ötesine geçemez. Ve genellikle bu anlamsal üretim ilkelerin eksik kullanımı ile mümkündür. Çünkü dünyada yaşantılanamayacak kadar çok ilke vardır ve benimsenen ilkelerin hepsi ile ilgili deneyim alanı bulunması imkansızdır. Her şey ilkeleştirilebilir, fakat ömrün kısalığı deneyimin biçimini belirler. Bir başka deyişle, değerler/ilkeler hep fazladır; az olan, zaman denizinin bulanık mavi suyudur.

Demek ki bilincimizde kısıtlı olanın loş bilgisi mevcuttur her zaman için. Arttırılması gereken bagaj, değerler/ilkeler değildir. Üzerinde tereddütsüz durulması gereken olgu, anlam arayışında İnsan’ın yardımına koşan tecrübenin/deneyimin canlandırılmasıdır. Çünkü ancak bu sayede bireysel yaşamı baştan başa kat eden çelişkinin ortaya çıkardığı entropiye karşı duracak güçlerin arkasında durulabilir. Ama unutmamak gerekir ki, bu konuda radikal demokrasi tarafında olmak hepimizin yazgısıdır; tüm çözümler geçicidir, İnsan geçerli bir söylem nesnesi değildir, her zaman için bir eksikliğin, hesaplardaki bilinmeyen açığa takılı kalan belirsizliğin vatandaşıdır.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

İşin Sırrı Kovalamakta Değil Yakalamaktaymış Meğer

Üst Bilgi: Okumaya başalamdan önce az aşağıdaki videoyu tıklamanız önerilir.



Esbjörn Svensson 14 Haziran 2008 günü, sualtı dalışı esnasında öldü. Kartalların 40 yaşına ulaştıklarında, hayatlarına devam edebilmek için, evrimleşmek ve yenilenmek için gaga ve tırnaklarını sancılı bir uğraştan sonra, taşlara vura vura çıkarttıkları ve aylarca süren bu ıstıraplı süreci atlatıp yeni hayatlarını yenilenmiş formlarıyla devam ettikleri sürenin üzerinden henüz 3-4 yıl gibi bir süre geçtiğinde ölmeleri ne kadar elim ise, Esbjörn’ün öldüğünü duymak benim için bir o kadar üzücü oldu.
Esbjörn Svensson Trio adlı İsveçli bu grupla ilk tanışmam 2004 yazında Strange Place For Snow albümüyle oldu. Albümün 5. sıradaki Bound For The Beauty Of The South parçasına deli divane aşık olduğumu çok iyi hatırlıyorum. Ve ne yalan söyleyeyim bu aşk hala küllenmiş değildir. Sanatta, modanın gelip geçiciliğine prim vermeyen ve her daim güncel ve geçerli olabilme özelliği taşıyan eserlere klasik denir ya evet kesinlikle bir klasik! Hatta anlatmakla boşa yorulmayayım, ikram edeyim siz de biraz tadına bakın. Yıllanmış iyi kalite şarabın bir yudum tadına bakarsınız da ağzınızda buruk bir tad, kadifemsi bir doku ve soft bir his bırakır, farzedin bu nazik ziyaretinizi kaliteli bir kadeh kırmızı şarapla taçladırayım ve artık hikayeme  giriş yapayım.




Yıl 2006, istihbaratıma göre Esbjörn Svensson Trio Odtü’de bir konser verecekmiş. Hemen eşe dosta haber saldım: “hadi gidelim!” Cık.. kimse gelmek istemiyor. “Eh n’apalım tek başına gideyim bende.” Kimse gelmek istemiyor diye bu fırsatı değerlendirmeyecek değildim herhalde. Nitekim gittim. Salon ağzına kadar jazz severlerle dolu. Amfivari koca salon birden karanlığa büründü ve bunu sessizlik takip etti. Bütün kafalar –ki bu sadece bir tahmin- sahnenin olduğu yöne çevrili vaziyette paketten ne çıkacak diye kımıltısız bir şekilde bekliyor. Sahne ışıklarının şahane olduğuna kanaat getirdiğim renkli ışıklar triomuzun üstünde parladığı anda müzik de başladı. Gözlerim ve kulaklarım şenlik havasıyla eğleşirken, huzurlu bir nefes alarak arkama yaslandım. Birkaç parça sonrasında yine en sevdiğim parçalardan biri olan Serenade For The Renegade’yi çalmaya başladılar. Işıkların ahengiyle parça öyle büyülü bir havaya büründü ki, bu anı ölümsüzleştirme hissi dürtmeye başladı. Duyarlı vatandaş olma kaygısıyla, o zaman için epey paraya aldığım yüksek megapixell’i telefonumu kapattığım için çaktırmadan çantamdan çıkararak, çaktırmadan açma teşebbüsünde bulundum. Keza telefonun öyle afili açılma stili vardı ki, kendi çapında bir bilgisayar edasıyla bir türlü açılamadığı gibi, ışıl ışıl ortalığı aydınlatması da cabasıydı. Sesinin titreşimlerinden tipik Ankara kuralcılığı yayınlan ciddi ve mesafeli hanımefendinin uyarısıyla telefonu ışığı kaybolacak kadar sakladım. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra, açılmış olması ümidiyle tekrar kaldırdığımda ikinci uyarı beni o an için oldukça sarstı ve hayal kırıklığıyla telefonumu kapatıp kızgınlıkla arkama yaslanıp kendimi müziğe vermeye çalıştım bir süre. Yaklaşık bir saatin sonunda konser bittiğinde, burukluğumu atlatmış evimin yolunu tutmuştum. Hayatım boyunca gittiğim en keyifli iki konserden biriydi. İyi ki gitmişim hissiyle gururlanırken o anı kaçırmış olmanın verdiği pişmanlığın ağırlığını hep hissedeceğimi henüz bilmiyordum.
Yıl 2008, istihbaratıma göre Esbjörn Svesson ölmüş. Bu olayın ardından –tabii o süreçte içinde bulunduğum halet-i ruhiyeyi de hesaba katarsak kendimce bir takım kararlar aldım. Şimdi aynı durumla karşı karşıya kalsam omzumu dürten kişiye “vakit varken tomurcukları topla, bugün gülümseyen bu çiçek yarın soluyor olabilir” derdim.

28 Ağustos 2011 Pazar

Ben İçeri Düştüğümden Beri...

Ben yazmayalı güneşin etrafında kaç kere döndü dünya bilmiyorum. Ama döndü, dönmeseydi fark ederdik... Ama ben onlarla konuşmadığımdan beri dönen kimler var bilmiyorum, çok insan harcadı bu apartman. "Keep in touch" der ya ecnebiler, ya da biz irtibatı koparmayalım deriz, kopmuş işte amk bilmiyorum. Sağa dönen, sola dönen, kendi etrafında dönen, arkasını dönen, güneşe dönen, kıbleye dönen, 80'lere dönen, geleceğe dönen, her gördüğüne dönen, sadece sevdiğine dönen, gücün etrafında dönen, güç içinde dönen, yurduna dönen, aşkına dönen, gerisin geri dönen, geri dön diyen, sana dönmem diyen... Sene 2007, Konya Sosyoloji Günleri'ndeyiz, Bandini'nin padawanlarından biri bana yaklaştı dedi ki (ismi lazım değil kısaca F.) "yan odada neler dönüyor bilmedikten sonra neyleyim bu bilmi?" arkadaş isterse g.tüne sokabilir tasarruf zatına ait, ama fırtınaya odaklanmaktan -odaklanırmış gibi yapmaktan- kanat çırpan binlerce kelebeğin sadece tırtıl hallerini hatırlıyoruz. Sonra bakıyoruz "adam/kelebek" olmuşlar bir silkiniyoruz, ezebileceğimiz statüyü aşmışlar ya "vallaha bravo" diyoruz. Doğamız gereği kelebeklerle işimiz yok! Tırtılları seviyoruz. Fazla egoistiz, apartmanın harcına 1/4 su 1/4 çimento 1/2 ego katmışlar, ustalara sordum onayladılar...

Jean-Pierre Jeunet'nin Delicatessen diye bir filmi var bilen bilir, apartmana biri gelmeye görsün... Keser yeriz, önce paylaşırız, sonra paslaşırız, pas tutanlara da bir lokma veririz hani... Yaşlılara saygımız var, etiğiz vesselam.

İlk sırayla işimiz olmaz, en az ikinciliği kabul edecek maktul, dedim ya kelebeklerle işimiz yok. Ziyadesiyle dedikodu da bu işin cilvesi. Bazen delinin biri bir sallar tak diye çözer olayı "sen bunla..." der, o an kahkaha atarız göt korkumuz ağzımızdan çıkar, gülmemiz geçince nazikçe tersleriz "yok canım saçmalama". Zaten "canım" demek nezaketini birine gösterdiysek bilin ki durum vahim...

Apartman sakinleri hayatlarına devam ederken, çok tırtıl kelebek oldu... Dünya bilmem kaç kere güneşin etrafında döndü, ama biz hâlâ tırtıllarlayız, kelebeklere de saygımız sonsuz.

25 Ağustos 2011 Perşembe

"Beni Büyütün, Ağlatmayın, Sevginiz Nerede Övündüğünüz?"

Dost; Orda, Senin Olmadığın Yerdedir Mutluluk

Öğlen vaktine yakın, bir dosttan sitem duymak.. Bir başka dosta güvendiğin için, bir başkası ile sıkıntı yaşamak.. Tam olarak bu durumda, olasılıkların her birini tekrar gözden geçirirken, kendine sayfalarca kızmıyorsan, tahtakurusu kadar aklın yok demektir. Yine mi oyundan atıldık ulan, yine mi sıramız yandı ?

“Bentham Amca, Dost Dost Diye Nicesine Sarıldım”

Aslında, en başta, dost diye kategorize ederken sıkıntı içine atarsın kendini. “Dost” diye kime derler? Sanırım dost denilen canlı organizma, istihbaratçılık yapmaz. Çok basit; sen ona güvenirsin, o da sana güvenir. Eğer birisi ile bir “şey”, bir “durum” ya da bir dilim “pasta” paylaşıyorsan, ve bunun gizli kalmasını istiyorsan, ve çok olağan bir biçimde bu mevzu gizli kalmıyorsa, sıkıntı yaşadığınıza kimse şaşırmaz. Sonra oturulur uzun uzun sabıkalardan bahsedilir, “ oğlum var ya sen bana bunu ilk defa yapmıyorsun” denir. İleri gidenlerin olduğu da görülmüştür; “gerçekten adam değilmişsin, bir siktir git demek istiyorum.” Örnekler uzatılabilir. Her şey masanın üzerine konur. İmajlar oluşturulur, ve artık hegemonik güç imajlardır.

İmaj mevzusu çok basit aslında. İmaj, kendimizi süblime ederek ve başkalarını sümüklü böcek yerine koyarak, işimize geldiği cinsten görmek için ve çoğu durumda karşıdakinin hissiyatını atlayarak, militan bir biçimde liberalize olmak demektir. Bu dünyada her şey görececiliğin ağına takılıp kalmıştır; “Sana göre böyle ama bana göre de böyle!” Ben sana böyle davranıyorum, sen de bana böyle davran lütfen, yoksa gerçekten akrabalığımıza zeval gelebilir. Herkesler, kendi özel alanını mülkleştirir. Burada dostluk duvarının giriş kapısına tam olarak şu dört kelime yazılmıştır; “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ve Bentham.”

Liberal-Ülkücü; Duruyordun Dostunun Karşısında

Aslında Benthamcılık, tam olarak burada işimize yarayabilir. Çağının önde gelenlerinin kitaplarından topladıkları ile faydacılık denilen yaklaşımı oluşturan Bentham, aslında annesinin memesini emerken bile fayda maksimizasyonu peşinde koşuyordu. Ama sanırım o bile işin bu kadar vahim noktalara gelebileceğini düşünmemişti. Sonuçta, yazdığı kitap, parti çıkarları için ideal dozdaydı, nerden bilsindi o buradaki ilkeler hepimizin hayatında “tarihsel olanın zorunlu baskısına” dönüşecek? Kuşku yok ki Bentham düşünemedi diye bu halde değiliz. İnsan pratik bir varlıktır, kurduğu ilişkiler de öyle. Bunu bilirsin bilmesine lakin hayatındaki en önemsiz ayrıntıların bile fetişleşmesini engelleyemezsin, zavallı dostum!! Sadece elinde silahın yoktur, kapında sürgün. Ve her birey, kendini meşrulaştıracak mutlak kavramlar arar durur. Hapsolduğu dünyada kimse kimse için var değildir; kamusal olan her şey, verimlilik ve hedonizme dayanıyorsa, kabul görür. Amaç ne kadar da basittir artık; her şey aynıdır. Fayda getirdiği kadardır. Gerisi, yalandır.

Aşırı şematize ettiğimin farkındayım. Arkadaşlar olarak çok zor bir dönemden geçtiğimizi de biliyorum. Ama el ele verirsek ancak, mutlu mesut günleri bizimle olacaktır, diye düşünüyorum. Bugüne kadar el ele verdiğimizde neleri aştığımızı, cümle aleme gösterdik zaten. Onlar bilmez, onlar bilmez, yakarlar canımızı. “Ama ancak laneti hırsla tırpanlayamamak koyuyor insana”, değil mi sevgili dostlar?

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Biz hala cephedeyiz...

Geçen gece, bir barda, kendimi insanlara fark ettirme çabası içinde dördüncü biramı içiyordum. Bütün varlığımla sohbet etmek ve eğlenmek istememin tek nedeni, bara yalnız gitmiş olmamdı. Ankara'da dışarı çıkmış olsaydım, beni yalnız bırakmak istemeyen dostlarımla çıkardım. Ve dibine vururduk alkolün, fark edilme ihtiyacına gerek kalmadan. Fark edilme isteği içimde büyürken, aklımdan Ankara'da onlarla birlikte olma isteği gittikçe büyüyordu ki, birden dikkatimi içeri giren 8 kişilik bir grup çekti. Bardaki bütün kişilerin dikkatlerini çektiği gibi, çekmişlerdi dikkatimi. Kameranın ışığı ve fotoğraf makinelerinin flaşları olmasaydı fark etmeyecektim belki de.
Telefonumu cebimden çıkararak, doğrusorularısoramayanadam'a mesaj çektim;
-onlar ve bizim aramızdaki tek fark, onların rolleriyle tanınması. Ha birde aklıma gelmişken, ben ve onlar arasındaki fark onların geçtikleri yerde adlarını bırakması.
doğrusorularısoramayanadam'dan gelen cevap manidardı:
-biz hala cephedeyiz. Yanımda Arturo Bandini var.
Evet biz hala cephedeydik,
ve bir kez daha uyanmak için uyumalıydık.
Nasıl bir dünyaya uyanacağımız bizim elimizdeydi.

23 Ağustos 2011 Salı

Röveşata Sevdası


Futbol tanrısı kramponunu ayağından düşürdüğünde yeryüzünde bir heyula dolaşmaya başladı; röveşata! Futbolun en muhteşem, en zor, en estetik, en az görülen ve en insanüstü hareketi…
Tarihte ilk defa bu hareketi Ramon Unzaga isimli bir İspanyol futbolcunun Şili’de yaptığı söylenir. Bu nedenle bir dönem “Şilili” (Chilena) olarak anılmış hareketin Avrupa’da “bisiklet vuruşu” (bicycle kick), “makaslama vuruşu” (scissor kick) ve “geri tepme” (reverse shoot) gibi isimleri olmuştur. Bizim dilimizde kullanılan “röveşata” (rovesciata) İtalyancadan gelir.
Futbol tarihinde en fazla röveşata çekmiş futbolcu yine Şili’den David Alfonso Arellano Moraga’dır. Fakat bu hareketin yeterli popülerliği kazanması 1960’larda Pele sayesinde olmuş ve bu nedenle röveşata her ne kadar Şili kökenli olsa da Brezilya patentiyle anılır olmuştur. Türkiye’de ise ilk röveşataları mahalli ligler zamanında Süleymaniye formasıyla 20 maçta 108 gol atan Balerin Sabri’nin çektiği anlatılsa da “röveşata” denildiğinde akla gelen isim şüphesiz Tanju Çolak’tır.
Röveşatanın anlamı göründüğünden daha derindir: Çoğunlukla gereksiz olduğu düşünülse de bu hareket yerinde ve zamanında yapıldığında en alakasız pasları gole çevirmeye yarayan tek vuruş stilini ortaya çıkarır. Bu bakımdan röveşata yetenekli olmaktır. “Ben bu işi biliyorum” demenin özetidir. Fakat daha önemlisi bu hareket birçok durumda bir güç gösterisidir. Bir röveşata denemesi başarısız olduğunda dahi seyircileri etkilemek ve karşı takımın oyuncularını korkutmak için yeterlidir. Röveşata çeken futbolcu herkesi etkisi altına alabilir. Dahası, röveşata bir isyandır. Göğüs kontrolünün ardından basit bir plaseyle ağlara yollanacak pası röveşata aşkına kaçıran futbolcunun arenada isyan eden Spartaküs’le arke-psişik bir bağı vardır. Bunun kefareti genellikle antrenörün küfürleri eşliğinde yedek kulübesine yol almaktır. En önemlisi de şudur ki röveşata -cenin pozisyonuna en yakın vuruş stili- [yine] bir ana rahmine dönüş çabasıdır. Bir futbolcu başarılı bir röveşatanın ardından yerden kalktığında yeniden doğmuş, bütün başarısızlıklarını unutturmuştur.
Röveşata çekebilmenin birtakım incelikleri vardır: Öncelikle acıdan korkmamak gerekir. Çünkü röveşata acıyı gerektirir, yere düşmeyi ve kalkmayı öğretir. Yine de çok zarar görmemek için röveşata denemesinin ardından yere düşerken ellerinden destek alarak yavaşlamaya dikkat etmek gerekir. Aksi durumda herhangi bir röveşata denemesi, futbolcunun boynunun kırılmasına dahi neden olabilir. Bununla beraber başarılı bir röveşatanın yegâne sırrı havada sırtüstü dönen gövdenin tam topa vuruş anında yere paralel olmasıdır. Bu, vuruşun ardından topun düzgün ve hızlı gitmesini sağlayan şeydir. Sert bir vuruş için ayrıca sıçradığın ayağınla topa vurmak gerekir. Fakat hepsinden önemlisi, her bir röveşata girişiminin madara olmak, sakatlanmak, saçmalamak v.s. gibi belirli riskleri göze almayı gerektirmesidir. Bu yüzden röveşata çekmek kumar oynamak gibidir, yani kazancı da kaybı da büyük olacaktır.
İlginçtir röveşata... Hiç röveşata çekmeden ölen futbolcular olduğu gibi çok iyi röveşata çektiği halde futbolcu olamayanlar vardır mesela.
Peki, adına “röveşata” dedikleri bu futbol hareketi insanın hayatını ne kadar etkileyebilir? Anlatayım:
Çocukken bir mahalle maçı esnasında solak olduğumu ve röveşata çekebildiğimi fark eden Eşref Hoca’nın elimden tutup beni kulübe götürmesiyle hayatıma giren futbol, ergenlik dönemlerimde kolay bir sınıf atlama yolu olarak fazlasıyla cazip bir hal almıştı. Planım hemen futbolcu olup iyi para kazanmak ve annemin borçlarını ödemekti. Fakat ciddi bir sorunum vardı. Uzun saçlı olmam ve okur-yazar takılmam yetmezmiş gibi her maçta üst üste giriştiğim röveşata denemeleri de insanlara anlamsız geldiği için bir futbol ucubesi olarak “artist Yaso” diye yaftandım. Gittiğim hiçbir takımda diğer oyuncular (hiçbirisi röveşata çekemiyordu ve hiçbirinin babası saçlarını uzatmasına izin vermiyordu) ve antrenörler beni sevmedi. Öyle ki B Genç Ligi’nde oynadığım 1999 yılında, yalnızca bir sezon içerisinde 6 farklı takımda yer alarak rekor kırdım. En son orta sıralarda yer alan D.spor’da da tutunamayınca usturuplu hiçbir takım beni kabul etmedi. Ben de çareyi ligin son sırasında bulunan S.spor’a lisansımı teslim etmekte buldum. Tamamı sanayi kalfalarından oluşan bu takımda da tutunamazsam halim haraptı.
Soyunma odasına ilk girdiğimde karşılaştığım şey yine bir grup yarı çıplak abazanın “vay artist Yaso buraya gelmiş”, “sen git kızlarla ip atla”, “artist misin oğlum sen” gibi sataşmalarıydı. Neyse ki ilk antrenman maçında attığım röveşata golüyle hepsinin çenesini kapadım. Antrenör de fena adam değildi aslında, en azından öncekilere nispeten anlayışlıydı. Sonraki birkaç hafta boyunca çıktığım maçlarda ortalamanın üzerinde bir oyun sergiledim. Fakat eninde sonunda bu takımdaki antrenörün de ilgisini çeken şey attığım gollerden çok maçlarda röveşata denemeleriyle harcadığım pozisyonlar oldu.
—Artist misin oğlum sen? Harcadın güzelim topu!
O hafta en çok oynamak istediğim maça sıra gelmişti. Büyük bir kavgayla ayrıldığım [atıldığım] eski takımım D.spor’a karşı oynayacaktık ve benim muhakkak gol atmam lazımdı. Antrenör maçtan önce beni kenara çekip “bu senin son şansın” dedi. “Artistlik yaparsan atarım takımdan”. Çaresiz kafa salladım. “Söz veriyorum hocam” dedim, “röveşata yok, gol var”. Kırmızı bandanamla saçımı tutturup maça çıktım. Hakem yine maç başlamadan kolyemi ve yüzüklerimi çıkarmamı istedi, mukavemet etmedim. O maçta çok mütevazi olmaya karar vermiştim.
Müsabakanın son 10 dakikasına girdiğimizde o aptal penaltıdan yediğimiz golle 1-0 yenik durumdaydık. Gol atmak için kendimi paralamış ama bir türlü becerememiştim. Eski takımımdaki hödükler de maç boyunca ettikleri küfürlerle iyiden iyiye asabımı bozmuştu. Ne yapacağımı bilemiyordum, kafam çok karışıktı ve sonunda o pozisyon geldi çattı. Sol açıktan ani bir deparla öne fırlayan İzzet sert ve kavisli bir orta yaptı. Kaleci topu yakalayamayıp boşa çıktığından bir anda altı pasın içerisinde boş bir kale ve kafamın yarım metre üstünden bana doğru gelen bir meşin topla baş başa kaldım. Böyle bir pozisyonu kaçırmam imkânsızdı, üfleyerek bile gol atabilirdim, her şey yolundaydı, maçı kurtaran adam olacaktım. Fakat daha fazlasını istiyordum. Tanrı olmak istiyordum, efsane olmak, yeniden iyi bir takıma gitmek, sonra daha iyisine, zengin olup annemin borçlarını ödemek, hemen futbolcu olup parayı kırmak… Her neyse. Olan oldu. Dayanamayıp röveşatayı patlattım.
—Benimle kafa yapan bütün hödüklere dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek adına!
Hakem bitiş düdüğünü çaldığında boş kaleye çektiğim röveşatayla direkten dönen topun ağırlığı üzerime çöktü. Yenilginin hesabını vermek üzere herkesin bakışları arasından soyunma odasına yürüyordum. Takımın malzemecisi Fikret abi yanıma yaklaştı. “Olmazsın oğlum sen, artist” dedi. “Sen ne anlarsın ki” diye tersledim adamı.
Takımdan atıldıktan kısa bir süre sonra eşyalarımı toparlamak için kulübe gittiğimde Fikret abi tek başına çamaşır yıkıyordu. Çantamı alıp sahanın kenarına çıktım. “Fikret abi be” dedim, “bir orta yapsana bana”. Sağ üstten gelen topa -o sıralar moda olan bok rengi CAT marka- botlarımla röveşatayı patlattım. Ayağa kalkıp “hoşçakal abi” dedim. Elini sıktım. İlginç bir ifadeyle baktı yüzüme. “Git mektebinle uğraş oğlum sen” dedi. Gittim. İdman saatlerim boşaldığından okuldan sonra çalışabileceğim bir lokantada iş buldum.

On iki sene geçtikten sonra bu yıl halı sahada maç yaptık. Son dakikalarda Özkan elli metrelik güzel bir degaj yapıp topu bana gönderdiğinde röveşata aşkım depreşti. Denedim. Top ayağıma oturmadığından komik bir şekilde dışarı çıktı. Sırtımdaki ağrıyı ve yine madara olduğumu düşünerek ayağa kalktığımda rakip takımdakiler dâhil herkesin bu girişimi alkışladığını fark ettim. Kimse “artist Yaso” diye dalga geçmedi. Kimse saçımı, sakalımı, kılığımı, artistliğimi ve en önemlisi beyhude röveşatalarımı hor görmüyordu. “Sorun bende değilmiş be” dedim kendi kendime. “Evet, röveşata sadece benim yaşam biçimimmiş”.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Dün sahilde gördüğüm sarışın kıza

Özür dilerim.
Seni ilk gördüğüm an "özel biri" olduğunu anlamıştım. Ama ne kadar "özel" olduğunu anlamam için aradan zaman geçmesi gerekti.
Nitekim insan karşısında ki insanın ne kadar "özel" olduğunu bilmezse, nasıl davranacağını da bilmiyor.

Özür dilerim çünkü seninle tanışma cesaretini gösterdikten sonra daha fazlasını yapmadım. Artık gideyim dedim. "Yarın görürüm" dedim, "o kadar da özel değil" dedim ve gittim.

Çok çekici değildin, öyle dayanılmaz bir caziben de yoktu. Öyle olsaydı, yani sen dayanılmaz bir güler yüze değil de beni çeken başka şeylere sahip olsaydın ben gelir miydim? Bilmiyorum.
Ama ben senden kaçarken el salladığında orada olmasaydım gece seni düşünmezdim.

Aslında ben başlamamış, temiz aşkımızı kirletmek istemedim. Sahi aşkımızın başlaması için sana ne kadar kirli duygular beslemeliyim? Bu kadar değer verebilir mi insan ilk görüşte? Sahi değer vermenin ölçüsü nedir? Yani ben senin yanına gelip konuşsaydım sen de diğerleri gibi mi olacaktın?

O kadar temizdi ki aşkım yanına geldiğimde ismini sormayı unuttum. Ya da ismini soramayacak kadar çok sevdim seni. Ama dün gece seni düşündüm. Gerçekten. Dün gece kafama takıldın ve ben hormonlarımdan uzaklaşmış bir vaziyette seni düşündüm.

Bir ara aklıma birinin söylediği bir şey geldi: "Bir kadını çok sevme, çok kadını az sev". Başka biri, "onun gibi yapma yani, benim gibi yap". Sahi ne yapıyordur onlar şimdi?

Her neyse, ben sana hikayemin, seninle ilgili olan kısmını anlatacağım.
Sen bana el salladıktan sonra, ben sana döndüm baktım, o sıra kalmayı çok istedim. Eve geldim, bir daha gitmemekle direndim.
Direndim, sabaha kadar.

Sabah erkenden yüzmeye -bahane- gittim. İlk seni gördüm sandım. Arkadan sarı saçlı bir kadın. Hemen bakmadım ama. O sıra Kartaca'daki paralı askerler Kartaca'nın namusuna göz dikmişti. Hannibal anlatıyordu, çocuktu. Babası gelip kurtardı Kartaca'yı.
İlk gelmiyorsun diye endişelendim. Sonra baktım sen "çirkin" bir kadın olmuşsun. Aslında çirkin olan sen değilsin, seni "çirkin" kadın sanan benim. Aslında kadın da "çirkin" değil. Sen değil sadece.

Sonra gün boyu seni aradım. Sahilde gezindim önce. "Herkes sana benzemişti". Sonra fark ettim. Ben aslında seni aramıyorum. Seni başkalarında arıyorum. Seni insanlara benzetmeye çalışıyorum. Nihayetinde sen yoksun. İlgisiz gözüküp eve döndüm. Tekrar gelirim dedim.

Söz verdim geldim. Akşam yemeğe geldim. Bunları yemekten dönünce yazıyorum. Yine yoktun. Seni gördüğüm yerde yoktun, ve biz tesadüf senin oturduğun masaya oturduk.

dostum, yoldaşım, hocam sordu: "yok mu senin kız?"
Boşaldım hemen: " yaa yok bulamadım bakındım ama yok nerede allah allah".
İlgisiz sordum sonra: "sahi abi dün burada oturan sarışın kız nerede?"

Güldü -bir daha o kadar nefret etmeyeceğim o çocuktan- "gitti oğlum o".
O KIZIN VOLVOSU VARDI OĞLUM. OTOMATİK VİTESLİ. SANA GÖRE DEĞİL.

Özür dilerim arkadaş. Biraz egoma biraz da korkuma yenik düştüm. bir şey paylaşmak değil derdim. Seni tanımak isterdim.
Not: Volvona rağmen.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

bilirkişinin dikkatine

geçen gece izlediğim filmin bir karesinde kadının göğsü şifrelenmişti, şu an izlediğim filmde sigaralar çiçekli, bir başka filmde sigara görüntüsü buğulu, geçenlerde izlediğim filmde bilir kişiler erotik olarak mimlediği sahneleri kesip -mesai bitiminde bu filmlerin kesilmiş sahnelerini izleyerek mastürbasyon yapıyorlar herhalde- yayına sürülmüş.

-arkadaş sigara öldürür, özendirmeyelim.
-birader, kadın göğsü müstehcendir göstermeyelim, azdırmayalım.
-dostum, argo/küfür gibi sözcüklerin olduğu sahnelerde "bip" sesini kullanalım.
-kan göründüğü zaman keselim, biçelim, şekillendirelim. gözükmüyormuş gibi olsun.
-Blaaaaa,bla, öğrtt,ıhhhhh....

yukarıdaki gerekçeler bir şekilde kabul edilebilir ki; ben kabul etmiyorum. Ancak bir bilir kişi olma-yarak soruyorum.

bütün filmlerdeki silahlar gözüküyor, derleniyor toplanıyor, silahların en ince ayrıntısı gösteriliyor, kullanılıyor, ateşleniyor, insan vuruyor.
E bu ne sikim iştir!!!

16 Ağustos 2011 Salı

klavye üzerinde emeklerken...

Rüya: Düş. Gerçekleşmesi mümkün olmayan durum. Gerçekleşmesi istenen, beklenen, umut.
Zihnimi tarıyorum sözlükteki anlamları aklımdan geçirerek, benim için HİÇ, KARANLIK, MUAMMA anlamlarını taşıyan bir sözcük oluyor. Uykuda bulunduğum zaman dilimi ve irkilerek uyandığım şimdi arasında başka bir anlamı kalmıyor. Neden? diye soruyorum kendime, neden rüya görmüyorum ve bu sözcük benim zihnimde bir anlama düş-müyor? Aslında bu cümle "rüya" kelimesinin anlamlarını içeriyor, fakat dili kullanabildiğim için mutlu etmiyor beni. -günün her anında mutsuzluk oluyor-. Rüya adında bir kadın tanımadığım için kendime kızıyorum. Kızgınım.. eğer tanımış olsaydım Rüya adında bir kadını, bu bu kelimenin bana hatırlatacağı 'bir an', 'bir organ', 'bir yaşam formu' olabileceğini düşünüyorum. Anımsayabilirdim mesela dik ve biçimli göğüsleri ya da araba ile giderken önüne çıkan bir yabancıyı öldüren kadını. Bu seferde bir sıkıntı yaşardım kendimce, bir kelimenin sözlük anlamının benim deneyimlerimle örtüşmeyebileceği gerçeğini farkederek, kitaplıktaki bütün sözlükleri yakabilirdim. Fakat bir çıkış değildir yok etmek. Yolda yürürken, kitap okurker, sevişirken, yemek yerken çevremde bulunanlardan biri bana hatırlatabilirdi, herkesin masa dendiğinde aklına düşüveren imgeyi. Bilmezlerdi bir masa ve insan arasındaki deneyimlerin ne anlama geldiğini. Ancak rahatlıkla söyleyebilirim ki, benimde içinde bulunduğumuz an içinde isteklerim ve umutlarım vardır elbet. Bu durumda, aslında, benimde 'rüya' dendiğinde aklıma düşüveren karamsar bir beklenti olduğu çelişkisi ortaya çıkar. Çelişkiler demişken hatırlatmak gerek, dünya yanmadan önce/biraz önce, herkes deneyimlerinin çelişkiler olduğunu görecektir.

Çeşmeköy Günlükleri


Δεν ελπίζω τίποτε,
Δεν φοβούμαι τίποτε,
Είμαι λεύτερος.

Burada bir köy var uzakta. Geldim gördüm, “bizim” değil bu köy, çocukların. Zihnimi ve bedenimi yağmalayan haramilerden kaçıp geldim buraya. Güzel bir köy, yeniden başlamak için güzel bir yer. Üstelik Galadriel ve Gandalf burada yaşıyor, padavanım Andy Dufrense de burada, beni bekliyor. Kaçık varoluşumu biraz ehlileştirmek istiyorum. İşe yarıyor.
İnsanlar güne erken başlıyor burada. Günün her anına özen göstererek yaşıyorlar. Sıkı çalışıyorlar. Sabah 08.00’de uyandığımda Ak Sakallı kızıyor, “öğleye kadar uyudun” diye takılıyor bana. Temiz hava, temiz su, sağlıklı yaşam filan var ve minimum alkol, minimum tütün, hiç sandviç… Her gün tavukların yokuşunu inip köy meydanından su dolduruyorum. Pai Mei’ye su taşıyan Beatriks Kiddo gibi düşlüyorum kendimi. Burada bir katarsis var, seziyorum. Varoluşumu ehlileştireceğim, biraz olsun değişmek istiyorum.
Deniz, en büyük kâbusum gibi. Suya girmek bir zorunluluk gibi geliyor. Ak Büyücü yüzme bilmiyor ama Galadriel’i yalnız bırakmaz o asla, köpükleri kuşanıp açılıyor. Ben her zamanki kadar sudan korkuyorum. Bunu aşmak istiyorum. Galadriel yanıma geliyor, “su sensin” diyor, “su ol”. Bir türlü içselleştiremiyorum bunu. Yine de etkili oluyor, padavanımın elinden tutup yüzmeye başlıyorum. “Ben suyum”.
Birazcık huzuru bulmuşken cep telefonuma düşen bir mesaj kaçıp geldiğim hiçliğin / piçliğin döndüğümde Ankara Otogarı’nda beni bekliyor olacağını hatırlatyor:
“Üç haftadır aramadın. Sadece sevişmek istediğinde arıyorsun. Hayvan!”
İster istemez hak veriyorum buna. Zat-ı muhterem neyse ki inatla inkâr ettiği gerçeği görmüş. Onun adına sevindim. Tabi ki yanıt vermeyeceğim. Bundan çok sıkıldım. Kıyametim olacak bu aşksız ilişkiler, biliyorum. Böyle bir noktaya geleceğimi hiç düşünmemiştim. Ama geldim işte. İlginç bir ruh hali. Bu halime en çok doğrusorularısoramayanadam tanıktır. Ona geçen hafta bahsetmiştim:
-Kadın kaprisi çekemem diye poli-amora sardırdım, ama şimdi de bir sürü kadının kaprisiyle aynı anda uğraşıyorum. Ne yapacağız be pampa?
 Edebiyata saklanıyorum yine tabi ki. Zweig’tan kaçıyorum. Biraz Henry Miller iyi geliyor. Yusuf Atılgan’ı asla sevemeyeceğimi fark ediyorum. Hatta Nick Cave’in yazarlığının şarkıcılığından daha başarılı olduğunu keşfediyorum. Bunny Munro ölürken oluyor bunlar. Ah Nikos! Şimdi yanımda olmalıydın.
Sonra bir anda çocuklar sarıyor etrafı. Önce beni hiç sevmiyorlar. “Papaz” diye sesleniyorlar bana. Umursamıyorum. Çocukluğum bana piçliğimi anımsatır hep, bu yüzden ben de çocukları sevmem zaten. Birbirimize somurtarak bakarken bir tanesi gelip “amca sen papazca biliyor musun” diye soruyor. Gülüyorum. Çok hoşuma gidiyor bu. Kadrini kıymetini unuttuğum bir şeyi hatırlıyorum; çocuk dehasını…
Çocuklar ve çocukluğum kol kola giriyor. Ay dedeye selam verip yola çıkıyoruz, sihirli papuçlarımız ayaklarımızda. Kötü kalpli büyücünün oyunlarına gelmeden şahlanıyoruz. Dağları tepeleri birer yılkı gibi aşıp, pirelerin berber develerin tellal olduğu, çeşmelerinden çikolata akan, bütün hayvanların konuştuğu, gökteki bulutların pamuk şeker olduğu, yağmur yerine şekerleme kar yerine dondurma yağan,  uslu olmak gerekmeyen, büyüklerin çocukları rüyalarından uyandırmadığı o ülkeye varıyoruz. Kılıçlarımızı kuşanıp masalların en güzel prensesini en azılı haydutun elinden kurtarıyoruz. En büyük ejderhanın karşısına çıkıp, en kıymetli hazineleri halka dağıtıyoruz. Görünmez oluyoruz, uçmayı öğreniyoruz, denize açılıp fersah fersah yol alıp deniz kızlarını korsanlardan kurtarıyoruz. Şarkılar söyleyip oyunlar oynuyoruz, sonra birden akşam ezanı okunuyor. Çocuklar yine azarlanma korkusuyla, anne şefkati ve baba otoritesinin iğrenç ahengiyle kurulan o lanet sofralara oturmak için evlerine gidiyor.
-Koşun çocuklar koşun! Bütün çocuklara bisiklet dağıtıyor Tanrı. Koşun! (Aslında bir Tanrı olmadığı gerçeğini kabullenene kadar en azından dua etmenin ve dilek dilemenin tadını çıkarın.)
Çocuklarda bulduğum şey çocukluğumdan arta kalanlar, biliyorum bunu. Tarihe bel hizasından baktığım zamanı anımsıyorum. Oldukça kısa sürüyor. Benim gibiler yahut “biz” için uzun sürmez zaten. Cehennem gibi bir çocukluğun ardından “şükür büyüdüm” dediğimiz günü hatırlarız hep. Benim için de öyle işte. Hüzünlenmek, mutlu olmak, eğlenmek, acı çekmek ya da hepsi birden.
-Çocuklaşma yine Cahit!
Haliyle kısa süren çocukluğu katlayıp cebime koyuyorum, masallara nispeten alkol, seks, politika ve parayı önemseyen bir züppe olarak Bodrum’a yol alıyorum. Camdan dışarı baktığımda gördüğüm manzara için önceden yaptığım bir tasvir aklıma geliyor. “Deniz yeşil elbisesini çıkaran mavi bir kadının teni gibi”. Ne kadar da erotik, demek ki büyümüşüz. Büyüyüp kurtulduğumuzu sanmışız. Ama hiçliğin de piçliğin de izleri öyle kolayca silinmiyor. Düşünüyorum, çıkış arıyorum, olmuyor. Piçlik baki. Misal çocukken sürekli “yetimhaneye tıkarız seni” diyerek verdikleri gözdağının yerini büyüyünce “seni hapishaneye tıkarız” tehditi almış. -Ki gelecekte bu da “tımarhaneye tıkarız seni” şeklini alacak. Hala illegaliz. Hala piçiz. Hala kralların lanetlediği çingeneleriz işte. Değişmiyor.