Çoğunlukla sıradanlık. Bazen -lojik saçmalamalar, bazen cakacılık. Bir grup hilkatsizin anlamsız birlikteliği. Büyük ölçüde müşterek bir ilişki ama iç sesler de var. Bir de apartman var. Kediler, köpekler, böcekler ve periler var. Kolektif bir halet-i ruhiye...
25 Aralık 2011 Pazar
Cahit'e Saygı
Bandini kedi sever, Cahit it.
Bandini temizdir, Cahit leş gibi kokar.
Bandini yaşar, yaşadığını bilir; Cahit hep ölür; öldüğünü zannederek yaşar.
Bandini şaşırır, Cahit kendini Allah sanır.
Bandini kurtarıcıdır. Gecenin üçünde insanları dinler, onlarla konuşur, acılarını dindirir. Cahit kurtarılmaya çalışılır. Fransız dostu dışında kimseye gitmez, sokakta yatar.
Bandini laf atar, Cahit yumruk.
Bandini taşralıdır, Cahit varoş.
Bandini kadın siker, Cahit kafa.
Bandini sınıftan kaçamaz, Cahit kaçtığını zanneder.
Bandini dertlidir, Cahit efkârlı.
Bandini çok konuşur ama arada dinler. Cahit boş konuşur, ama hiç dinlemez.
Bandini sustuysa muhtemelen oturuyordur. Cahit sustuysa -kesin- dans ediyordur.
Bandini ne yaptığını bilir. Cahit hiçbir şey bilmez; sadece yaşar.
Bandini biradır, Cahit on bira + dans.
Bandini yaradır, Cahit merhem.
Bandini para der, Cahit bira.
Bandini sigara sever, Cahit cigara.
Bandini kadın ister, Cahit amcık.
Bandini yazar, Cahit söyler.
Bandini küfreder, Cahit söver.
Bandini düşler, Cahit düşer.
Bandini arada işe gider, Cahit hep çişe.
Bandini flaneur’dür, Cahit planör.
Fakat arkadaşlar, şöyle de bir gerçek var ki Cahit işler, Bandini ışıldar. Çünkü Bandini kendini, Cahit’in acılarından üretir. Cahit kendini, o acılarla tüketir. Ama tükenmek Cahit’in derdi değildir. O, acılarıyla mutludur, eğlenir. Eğlenmekten gayrısı Cahit için laf-ı güzaftır.
Ve Küçük Mumya gider...
8 Aralık 2011 Perşembe
Munro’ya Cevap
Sonuç mu?
Bandini'ye Ağıt
Günlerdir bir şey yazmaya çabalıyorum. Kafamda tepişen binlerce fili ne susturmayı becerebildim ne de onları yazıya aktarmayı... Dostum YD kitabı çıkmasının verdiği haklı gururla çok üzerime geldi durdu. "Okumuyorsun Ulaş, yazmıyorsun Ulaş, üretmiyorsun Ulaş," üretmiyor olabilirim, ama bu fantasmagoriiçinde bir çok şeyi tüketmeyi unutmadığım kesin. "Halbuki bilmiyor," korkuyorum... Peşimde bir reapervarmış gibiyim YD ve ben "Dean" kadar güçlü müyüm bilmiyorum. O sebepten ben de Benjamin'e güvendim... O'nun deyişiyle hiçbir şey söylemeyeceğim... Onlar konuşacak, ben montajlayacağım. Çünkü elçiye zeval olmaz.
"[...] kısa bir girizgâha ihtiyacımız vardır. [...] [aktörlerin] asıl işe başlamadan önce mümkün olduğunca çabuk atlatmaları gereken, aptalca ama gerekli bir formalite (s. 152)... Montaj genelliklegerçek parçalarından -film parçalarından birbiriyle alakasız tek tek çekimlerden- bir sinemasal mekân efekti yani özgül bir sinemasal gerçeklik üretme yollarından biri olarak görülür... Gelgelelim gerçekparçalarının sinemasal gerçekliğe dönüştürülmesinin, bir tür yapısal zorunluluk yoluyla, belli bir kalıntı [...] onun parçası olan bir fazla ürettiği çoğunlukla gözden kaçırılır (s. 158)" Zizek,Yamuk Bakmak.
17 Ekim 2011 Pazartesi
Bedeli Olmayan Aşırılık Yoktur
— Beni sözcü seçtin galiba.
— Evet. Kutsal bir görevin var artık: Tecrübelerimin yarattığı onarılmaz tahribatın sözcüsü.
— Hep aynı, hep peygamberane. Değişmiyor, “İsa ve Mesih’le kombinasyonlar”…
— İtirazın mı var? Bu “kombinasyonlar” senin kayıt dışı ilişkilerinden iyidir.
— Üstüme gelme. Asabım bozuk.
— Neden?
— Yaklaşık olarak şundan: “Sevgiliniz size yalan söylüyorsa bilmediğiniz sürece bir sorun yoktur. Bir şekilde öğrendiğinizde, ‘anlatacaktım’ diyorsa, unutmayın, yine yalan söylüyor.” Hatırladın mı?
— Evet, hatırladım, eski sevgili evreninde sağ gözün morken yazmıştın. 2010’du.
— Benzer şeyler işte.
— Hep “benzerdir” zaten: “Sevdiğin kadın şu an bir dallamayla öpüşüyor, ya da daha kötüsü onun taşaklarını yalıyor”. Sen hatırladın mı?
— Evet, şu Bukowski çakması dediğin, sansürlediğin yazı.
— Evet.
— Eeee, sonuç? Nasıl çıkılır buradan?
— Bilmiyorum. Bak ne demiş adam: “Bedeli olmayan aşırılık yoktur”.
28 Eylül 2011 Çarşamba
Mükemmellik Erdemdir (Yerse...)
- Herkes mükemmeldir. Sadece mükemmel olmak için değil olmamak için çaba harcar. Hergün kendini başka şekillerde öldürür. İçkiyle, sigarayla, yemeklerle, takıntılarla, hırsla, kıskançlıkla, uykuyla, dedikoduyla; başka hayatlara duyduğu özlemle kendi hayatını hiçe sayar bir de başka hayatlara bakarak hükümler verir, yargılar, ceza keser ve bilmez beyninden çıkan her düşünce zerresinin yine ona döneceğini...
Başkaları için gösterdiği özeni önce kendine gösterebilirse şüphe yok ki mutluluk ardı sıra gelecektir.
Ölüyoruz, Demek ki Yaşanılacak...
16 Eylül 2011 Cuma
Esrik yitişler
15 Eylül 2011 Perşembe
Ya kendin öp ya da kendini bana öptür.
13 Eylül 2011 Salı
Do you speak english?
Belki de ben onları imansız yaparım...
9 Eylül 2011 Cuma
"Toplama Kampında, İnsanlara İnanmayı Öğrenmek"
Ne yaparsak yapalım, verili tarihsel koşullar altında, kişisel varoluşumuzun kendi kendisiyle çelişerek devam ettiği gerçeğini değiştiremeyiz. Birey gittikçe daha çok “azizleşme” temayülüne girmektedir. Buna karşılık, çoğalan ahlaki gereklilikler ve günahların massedilmesi beklentisi, pratik zorluklara yol açmaktadır. Estetize edilmiş düşünsel eskizler, pratik tecrübeler karşısında başarsızlığa uğramaktadır çoğunlukla. Her türlü çelişkiden kurtulmaya çabalayan İnsan’ın normal durumu, yine çelişkidir. İnsan kendi haline bırakıldığında, yani Tanrı’laştığında, kronik çelişki batağında gittikçe derinlere çekildiğini hissetmekten başka ne yapabilir ki?
Sorun değerlerin nasıl kurgulanacağı sorunu değildir. Reel dünyada fazlasıyla insanal değer bulunmaktadır. Sorun, tam anlamıyla üretilen değerler ile yaşantılanan dünyanın nasıl anlamlı kılınacağıdır. Kişioğlunun beşeri sermayesi ve günahlarının maliyeti belli iken, deneyimleyeceği yaşantı ürettiği artı-anlam kitlesinin ötesine geçemez. Ve genellikle bu anlamsal üretim ilkelerin eksik kullanımı ile mümkündür. Çünkü dünyada yaşantılanamayacak kadar çok ilke vardır ve benimsenen ilkelerin hepsi ile ilgili deneyim alanı bulunması imkansızdır. Her şey ilkeleştirilebilir, fakat ömrün kısalığı deneyimin biçimini belirler. Bir başka deyişle, değerler/ilkeler hep fazladır; az olan, zaman denizinin bulanık mavi suyudur.
Demek ki bilincimizde kısıtlı olanın loş bilgisi mevcuttur her zaman için. Arttırılması gereken bagaj, değerler/ilkeler değildir. Üzerinde tereddütsüz durulması gereken olgu, anlam arayışında İnsan’ın yardımına koşan tecrübenin/deneyimin canlandırılmasıdır. Çünkü ancak bu sayede bireysel yaşamı baştan başa kat eden çelişkinin ortaya çıkardığı entropiye karşı duracak güçlerin arkasında durulabilir. Ama unutmamak gerekir ki, bu konuda radikal demokrasi tarafında olmak hepimizin yazgısıdır; tüm çözümler geçicidir, İnsan geçerli bir söylem nesnesi değildir, her zaman için bir eksikliğin, hesaplardaki bilinmeyen açığa takılı kalan belirsizliğin vatandaşıdır.
31 Ağustos 2011 Çarşamba
İşin Sırrı Kovalamakta Değil Yakalamaktaymış Meğer
28 Ağustos 2011 Pazar
Ben İçeri Düştüğümden Beri...
25 Ağustos 2011 Perşembe
"Beni Büyütün, Ağlatmayın, Sevginiz Nerede Övündüğünüz?"
Dost; Orda, Senin Olmadığın Yerdedir Mutluluk
Öğlen vaktine yakın, bir dosttan sitem duymak.. Bir başka dosta güvendiğin için, bir başkası ile sıkıntı yaşamak.. Tam olarak bu durumda, olasılıkların her birini tekrar gözden geçirirken, kendine sayfalarca kızmıyorsan, tahtakurusu kadar aklın yok demektir. Yine mi oyundan atıldık ulan, yine mi sıramız yandı ?
“Bentham Amca, Dost Dost Diye Nicesine Sarıldım”
Aslında, en başta, dost diye kategorize ederken sıkıntı içine atarsın kendini. “Dost” diye kime derler? Sanırım dost denilen canlı organizma, istihbaratçılık yapmaz. Çok basit; sen ona güvenirsin, o da sana güvenir. Eğer birisi ile bir “şey”, bir “durum” ya da bir dilim “pasta” paylaşıyorsan, ve bunun gizli kalmasını istiyorsan, ve çok olağan bir biçimde bu mevzu gizli kalmıyorsa, sıkıntı yaşadığınıza kimse şaşırmaz. Sonra oturulur uzun uzun sabıkalardan bahsedilir, “ oğlum var ya sen bana bunu ilk defa yapmıyorsun” denir. İleri gidenlerin olduğu da görülmüştür; “gerçekten adam değilmişsin, bir siktir git demek istiyorum.” Örnekler uzatılabilir. Her şey masanın üzerine konur. İmajlar oluşturulur, ve artık hegemonik güç imajlardır.
İmaj mevzusu çok basit aslında. İmaj, kendimizi süblime ederek ve başkalarını sümüklü böcek yerine koyarak, işimize geldiği cinsten görmek için ve çoğu durumda karşıdakinin hissiyatını atlayarak, militan bir biçimde liberalize olmak demektir. Bu dünyada her şey görececiliğin ağına takılıp kalmıştır; “Sana göre böyle ama bana göre de böyle!” Ben sana böyle davranıyorum, sen de bana böyle davran lütfen, yoksa gerçekten akrabalığımıza zeval gelebilir. Herkesler, kendi özel alanını mülkleştirir. Burada dostluk duvarının giriş kapısına tam olarak şu dört kelime yazılmıştır; “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ve Bentham.”
Liberal-Ülkücü; Duruyordun Dostunun Karşısında
Aslında Benthamcılık, tam olarak burada işimize yarayabilir. Çağının önde gelenlerinin kitaplarından topladıkları ile faydacılık denilen yaklaşımı oluşturan Bentham, aslında annesinin memesini emerken bile fayda maksimizasyonu peşinde koşuyordu. Ama sanırım o bile işin bu kadar vahim noktalara gelebileceğini düşünmemişti. Sonuçta, yazdığı kitap, parti çıkarları için ideal dozdaydı, nerden bilsindi o buradaki ilkeler hepimizin hayatında “tarihsel olanın zorunlu baskısına” dönüşecek? Kuşku yok ki Bentham düşünemedi diye bu halde değiliz. İnsan pratik bir varlıktır, kurduğu ilişkiler de öyle. Bunu bilirsin bilmesine lakin hayatındaki en önemsiz ayrıntıların bile fetişleşmesini engelleyemezsin, zavallı dostum!! Sadece elinde silahın yoktur, kapında sürgün. Ve her birey, kendini meşrulaştıracak mutlak kavramlar arar durur. Hapsolduğu dünyada kimse kimse için var değildir; kamusal olan her şey, verimlilik ve hedonizme dayanıyorsa, kabul görür. Amaç ne kadar da basittir artık; her şey aynıdır. Fayda getirdiği kadardır. Gerisi, yalandır.
Aşırı şematize ettiğimin farkındayım. Arkadaşlar olarak çok zor bir dönemden geçtiğimizi de biliyorum. Ama el ele verirsek ancak, mutlu mesut günleri bizimle olacaktır, diye düşünüyorum. Bugüne kadar el ele verdiğimizde neleri aştığımızı, cümle aleme gösterdik zaten. Onlar bilmez, onlar bilmez, yakarlar canımızı. “Ama ancak laneti hırsla tırpanlayamamak koyuyor insana”, değil mi sevgili dostlar?