15 Eylül 2011 Perşembe

Ya kendin öp ya da kendini bana öptür.

Son gün.
Yarın sabah İstanbul'dan uçağa bineceğim. Arjantinin başkenti Buenos Aires aktarmalı olarak bir yere gideceğim. Nereye olduğunu halâ bilmiyorum. Bildiğim iki şey var,  yarın gidiyor olduğum ve uçağımın doğrudan değil, Buenos Aires üzerinden gideceği, nereye olduğunu bilmediğim yere. Tüm hazırlıklarımı yaptım; havlular, yazlık, kışlık ve mevsimlik her türden kıyafet, ipekli libas, yün çorap, saten gecelik, iç gıdıklayıcı iç çamaşırları, bunu giyinen insan seks edemez dedirten türden uzun ve yarı-uzun donlar, yöresel yelekler, Stalin tarzı takma bıyıklar, Chaplin duvar saati, geceleri onsuz uyuyamadığım peluş ayıcığım, Mardin'de bir kiliseden aldığım hazretim İsa figürlü çaput, üniversiteye başladığım yıl aldığım kazak, diş fırçalarım, diş iplerim, pazen elbisem, ikinci elcilerden topladığım eski tişörtler ve Arturo Bandini'nin uzaktan annesinin ördüğü battaniye mi yoksa yatak örtüsü mü olduğu belli olmayan örgü ve aklıma şimdi gelmeyen bir sürü şey daha. Büyük yeşil bir valize sığdırdım hepsini. Gitmek için hazırım. Yapmam gereken son birkaç şey daha var; kısmen büyük bir market bulup zeytin almalıyım, ha bir de internet cafe'den, bazı çıktılar almam gerekiyor, uçuşla ilgili bana gerekecek olan. 


Sonra kuğular geldi aklıma. Bunun kadar anlaşılır bir şey olamaz; bütün kuğular beyazdır ve beyaz kuğularla anılan ülkemin hatırasını, neresi olduğunu bilmediğim yerde canlı tutmak için, kuğuları görmek isteyişim kadar anlaşılır bir istek olamaz bence. Ruhum, bütün beyaz kuğuları görmek için can atıyor. Ayrancı hududundan saptıktan sonra, Midyat dolaylarına varmadan önce ülkemin bütün beyaz kuğularını görmek için bütün beyaz kuğulu parka gittim. Onlara hasretle ve acıyarak baktım. Onlara acımamın sebebi beyaz oluşları ya da uçamayacak kadar büyük oluşları değil. Onlara acıdım çünkü yazık. Onlara çok yazık. 


Ardından merdivenli yoldan Fransız büyükelçiliğine gidip, büyükelçi ve konsolosluk çalışanlarıyla vedalaştım. Bir müddet ülkemden, nazlı yarim ülkemden, koca memeli ülkemden, uzaktan bakıldığında devenin götüne benzeyen ülkemden, Hrant Dink'in öldürüldüğü ülkemden, herkesin bilincinin yaralı olduğu ülkemden, nehirlerinden irin akan ülkemden uzak kalacağımı söyledim. Üzüldüler. Üzüntüleri kısa sürdü, dönecek oluşum hemen toparlanmalarını sağladı. Beni türk usullerine göre uğurladılar. Yani ardımdan bir tas ayran döktüler, ve yine türk adet ve göreneklerine uygun olarak, ardımdan hep birlikte kaka yaptılar. Çünkü inanışa göre, nereye gittiğini bilmeyen insanların ardından bir tas ayran döküp, yolun ortasına kaka yapmak, gidenin işlerinin rast gitmesine ve gidenin gittiği yerde çok para ve şöhret kazanmasına vesile olurmuş. Ardıma baktığımda, kaka yapan konsolosluk çalışanlarını ve fransız büyükelçisini gördüğümde gözlerim doldu, hızlı adımlarla uzaklaştım oradan, çünkü ortalığı kesif bir bok kokusu sarmıştı. Gelenekler ne tuhaf.


eve döndüğümde eniştemler ya da dayımlar bizdeydi. Ya da diyorum çünkü eniştemi ve dayımı birbirinden ayıramıyorum bazen. bu an'lar genelde nereye gittiğimi bilmediğim zamanlara denk geliyordu. Dayım ise eğer bizde olan beni uğurlamaya gelmişti. Oturduk, eski anılarımızdan bahsettik, benim küçük bir çocukken yaptığım haylazlıklar ve şımarıklıklardan söz edip eğleştik, yeri geldi ağlaştık. Canım dayım.


Yok eğer bizde olan eniştemdi ise; bana verdiği borç parayı istemeye gelmiş. 100 amerikan doları almıştım ondan, üniversite zamanında harç param denk gelmediği için. Neresi olduğunu bilmediğim yere gideceğimi duyar duymaz soluğu bizde almış, nereye gittiği belli değil, o halde kesin dönmez diye düşünmüş. Ben de hemen AB ofisinin bana verdiği 42 bin avrupa euro'sundan bir deste çıkarıp yüzüne fırlattım. Havada iken sayabildiğim kadarıyla 450 avrupa euro'su fırlatmışım. Al dedim, siktir git dedim. Bir daha bizim evin önünden geçme dedim. O da saçılan paraları toplayıp, bana sarıldı, kendime dikkat etmemi, ve ne zaman bir şeye ihtiyacım olursa, neresi olduğu belli olmayan yerde, kendisini aramamı tembihledi. Uzun uzun sarılıp ağlaştık, vedalaştık. Benim hatırladığım kadarıyla bunlar oldu. 


Uyandığımda üzerimde hiç birşey yoktu. Çok üzüldüm. Samsung marka pili şarj tutmayan dizüstü bilgisayarımdan saate ve facebook'uma baktım. Saat sabaha karşı idi. Saatin sabaha karşı duruşu bazen anlam veremediğim bir şey. Saatler sabaha neden karşı olur ki? Sabah olsun istemez mi saatler? Neyse. Facebook'umda 3 mesaj, 2 de bildirim vardı. Mesajlar versus kitap, roger waters fan page ve pink floyd sayfalarından gelen güncelleme haberleri ile ilgiliydi. Bildirimler ise, birileri bana dair bir şeyleri beğenmiş. Ne tuhaf bir ilişki biçimi bu. 


Tam bu esnada neden çıplak olduğumu hatırladım. Tedirgin uyumak istiyordum, sürekli regl halinde olan ülkemdeki son gecemde. Duş almıştım uyumadan önce. Duş alırken, bedenime çarpıp, çamaşır makinasının üzerine sıçrayan su damlacıkları beni çok derin duygulara sevk etti. Tenime çarpan su damlacıkları yoksa..neyse daha fazla erotizmin alemi yok. Duş bittikten sonra, banyonun zeminine biriken suyu çekbas ile gidere doğru ittirdim. Banyo tertemiz oldu. Ve tam o an o gece üstsüz uyumaya karar verdim. 


Ve o an gelmişti. Kibariye'nin annesinin pek te muhabbet beslemediği şöferin götüne benzeyen ülkemdeki son masturbasyon an'ı ile başbaşa kalmıştım. Bunu yapıp yapmama konusunda çok kararsızdım çünkü son zamanlarda böyle şehvet dolu an'larda aklıma somalili aç insanlar ve hani şu şey varya akbabanın bir çocuğu yemeden önceki son karesi hah işte o fotoğraf geliyor. Alexis ya da Sasha'nın yüzü silikleşiyor, Deniz Baykal'ın pantolon giyme sahnesi beliriyor zihnimde. Yine bu sahnelerin doluştuğu zihnimde çoğalma hissi değil hayatta kalma ihtiyacı kendini hissettirdi. Kalktım, mutfağa gittim, buzdolabının kapısını açtım - buzdolabının kapısını daha önce hiç anadan üryan açmamıştım - kendime biraz üzüm ve yoğurt çıkarttım. Yedim. Oracıkta uyuya kalmışım. 


Uyandığımda başımda bir sürü insan vardı. Hepsi, sabah ereksiyonunun bu kadar şiddetli olabileceğini hayal edemeyen bakışlarla beni süzüyorlardı. Elime geçirdiğim bir levye ile hepsini savuşturdum. Biri hariç. Gitmek istemiyordu. Yalvaran gözlerle bana bakıyor, ne olur yanında kalmama müsaade et diyordu. Müsaade ettim. Oturduk. Gençlik anılarımızdan ve  hızlı trenin yuh ebesinin amı bu ne hız böyle, hızından bahsettik. 



Ve aktarmanın nereden olacağını bildiğim ama son durağın neresi olduğunu bilmediğim yolculuk an'ı gelip çatmıştı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder