13 Eylül 2011 Salı

Do you speak english?

Şehri terk ederken esasında ülkeyi terk ettiğimin tam olarak farkında olmadığımı anlıyorum şu anda. Nedenini tam olarak bilmiyorum, bu aidiyet duygusunun yerleşmemiş olmasından dolayı patalojik bir durum da olabilir ama bunun yine her şeyi son güne bırakma huyumla ilgili olduğunu düşünmeye başladım. Sanırım uzun süre boyunca yeni bir ülkede-dilini bilmediğim bir ülkede- kalacak olmanın vermesi gereken gerginliği de son ana bırakmışım. Evet, tam da bu nedenle birden türkçe konuşulmayan bir yere düştüğüm için bu gerginliği yaşayacak fırsatım da olmamıştı. İşte sebebi buldum! İnsan yazarken ya da konuşurken , düşündüğünde sebebinin ne olduğunu çıkartamadığı şeyleri buluveriyor bazen.
Tren garından kalacağım yere gidiyorum. Yorgunluk… Yanımda genç bir kadın var. O da benimle geliyor. O kadar benimle ki annesi ikimiz için azık koymuş çantasına. Fransızca konuşan bir aileye takılıyor gözüm ve kulağım. Anlamaya çalışıyorum konuştuklarını. Belki anlarım… Nafile. Daha değil diye bakıyor adam gözlerimin içine. Ben de tren camındaki yansımamı seyredeyim bari diyorum. Trenden indikten sonra ilk işim ayaküstü el yordamıyla bir tütün sarmak oluyor. Çok derin bir nefes...Ama boşver. Varoluş problemleriyle kafamı kurcalayıp bunalma lüksüm yok daha.
İkinci gün…Poğaça ve kurabiyeler bitti artık. Acilen market bulmalı! Ama önce halledilmesi gereken posedürler var. Saat 12… “I want to join the francais course but I didn’t take an examination”. Sınava gir… Ama kapı kapalı, kimse yok. Neyse, artık yarına kaldı. Saat bir buçukta tanışma toplantısı olduğunu öğreniyorum. Saat 12.30… Yağmur… Açlık ve susuzluk… Ve bir red bul arabası. Arabadan 2 mini etekli manken kız inip bedava red bull dağıtmaya başlıyor. Güzelliğin umurumda değil, bana elindekini ver çabuk!

Telefonda "Yeni Dünya"yı, fırsatlar ülkesini yeniden keşfedecek olmanın hayaliyle yanıp tutuşan bir adamla konuşuyorum. Bana heyecanından bahsediyor. Hatta rüyalarında orada yaşadığını, sabah kalktığında ise yaşadıklarına anlam veremediğini söylüyor:

-"Her gün 'bu da rüyaymış' demekten sıkıldım. Mesela bu gece sana ekspresso makinası ve dana boy toblerone alıyordum gelirken. Hele dün... Şehrin tepesine çıkıp 'Ulen Washington, sen mi büyüksün ben mi?' diye bağırıyordum"

-"Geçer...Bu arada ben iyiyim"

-"Habersiz koma beni"

-"Komam... Çok kayboluyorum burada ben"


Herkese yol soruyorum. Dün iki kadınla tanıştım yol sorarken. Sanırım misyonerlermiş. Çünkü yolu sorduktan sonra çantalarından bir kitap çıkarttılar ve türkçe olan bir bölümünü gösterdiler bana. Mail adresimi aldılar ve jet hızıyla geldi mail:


"Merhaba Emre,

Benim Jeremie. Fransızım ve birkaç seneden beri türkçe öğrenmeye çalışıyorum. Eşimin ve benim bir kız arkadaşı yaratıcı hakkında sizinle konuştu.

Biz de bu konulardan söz ediyoruz. Örneğin yaratıcımızın yeryüzüyle amacı nedir? Peygamberler aracılığıyla yeryüzüne neler bildirildi?

İsterseniz beraber sohbet edebiliriz. Bundan çok mutlu olacağım.

Güle güle oturun."



Belki de ben onları imansız yaparım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder