19 Aralık 2012 Çarşamba

On Emir/İttifak/Nifak sokmak


I
Kimi dedikodulara ve dedikoduculara karşı söylenmesi gereken bir cümle var (bir karikatürden alıntı olarak): Şeyh uçmaz mürit uçurur. Sıcak bir bardağa doldurulan soğuk suyu düşün, şimdi. Göreceksin ki, bardak terlemeye başlar. Herkes her şeyin farkında, kimdir kendini mazlum olarak sunan “insan”?

II
İfşa bizim işimiz değil!
        
III
Nietzsche’nin dediği gibi “ahlaki gerçekler diye bir şey yoktur”. Tabii ki, nesnel olarak. 

IV
Yeni farkına vardığım bir dizide şöyle bir cümle var: "Yaptıkları için değil, yapmadıkları için pişman olmalı insan."

V
Yapamadıklarınız için birini sorumlu tutmak/birilerinin üstünden ekmek yemek/birilerinin yaşamadıklarını “yaşamış gibi” sunmak/ birilerini yapmadıkları üzerinden yargılamak…

            VI
            Gizli bir tek eşlinin kırbacı ol: ahlak-siz, ahlak-siz, ahlak-siz.

            VII
            Üç: kutsal kelime, yazılmaya göre değişir, bir harf. Söze dökersen bir “harf” olarak, korkulması gereken, görülmemesi/çağrılmaması gereken. Ulusal dilimizde kamusal alanda söylenmemesi gereken kelimelerin izdüşümü.

VIII
Arada unutmamak gerek üstat Cemal Süreya’yı;
“Ben ne kadar öbür çiçekleri denesem
Seninki gül oluyor aralarında…”

IX
Günah dediğin Adem’e zimmet, elmayı hepimiz yiyoruz.

X
Üstü Kaslın!

Sana gitme demeyeceğim Lavinya!





"Peki ama beni bırakıp gittiğinde aklın bende kalmayacak mı" dedi kadın.
"Hayır! Asıl seni bırakıp gitmezsem, sende kalabilecek bir aklım olmayacak Lavinya anlamıyor musun! Buna mecburum," dedi adam. (Gitmek istemez, Lavinya'ya sarılmak ister gibi bakar, teğet geçer ve yürür...)
1. Perdenin Sonu,
 yazdı ve kafasını daktilosundan kaldırdı yorgun yazar. Buzsuz sek viskisinin son yudumunu alıp piposundan bir fırt çekerken, oğlu bacağına dokundu. Gülümsedi yazar, piposunu elinden bırakıp oğlunun kafasını okşadı ve yavaşça kucağına oturttu:
"Söyle bakalım koca adam ne istiyorsun?" dedi beş yaşındaki dünyalar tatlısına...
"Dışarıya çıkmak istiyorum baba!.. Farklı sesler duymak, farklı şeylere dokunmak istiyorum, farklı kokuları içime çekmek istiyorum, insanların yüzlerini ellemek, yeni insanları tanımak istiyorum..." dedi koca adam...

Kendiyle beraber eve hapsettiği oğlunun aylardır ertelenmiş isteğinin yerine getirilme zamanı gelmemiş miydi? Evin içindeki iplere dokunarak yolunu bulmaktan sıkılmış koca adam, belli ki kaybolmak istiyordu...
"Tamam koca adam, yarın olsun bakarız... Sen şimdi odana git yat, geliyorum," dedi yazar. Bir duble daha viski koydu... Tek buzlu... Kafasına dikti... Piposunu körükleyip derin bir nefes aldı ve oğlunun odasına gitti... Her gün okuduğu masal kitabında kaldığı yeri açtı, bir masal okudu ve oğluna iyi geceler deyip salona geçti... Bir kadeh daha viski koydu kendine... İki buz... Uzun bir süre sessizce karşısındaki duvara baktı, yavaş içti bu sefer... "Yalnız çocuk büyütmek zor, ama yalnız kör bir çocuk büyütmek daha da zor," diyordu içinden...

Göz kapakları doğuştan mühürlüydü koca adamın, bir cadının laneti gibi belirsiz ve çaresiz bir hastalığı vardı. Doktorlara göre mühür açılabilirdi ancak nafile... Yine de göremezdi koca adam... Gözleri ne renk bilmezdi yazar... Oğlunun gözlerini tasvir edebileceği binlerce ağdalı lafı varken, o bilmediği rengi sükut ile tasvir ediyordu eli mahkum.

Konuşmaya başladığında ilk "Baba!" demişti... Sevinememişti yazar, keşke "Anne" deseydi diye geçirmişti içinden. Bu yükü paylaşacağı kadın, anne isim ve zamiri olacak kadın...

Neredeydi ki?..

Yürümeye başladığında evin içinde yalnız dolaşabilsin diye bütün duvarlara ip bağlamıştı yazar: Saten ip yazarın yatak odasına, kadife ip koca adamın odasına, yün ip çalışma odasına naylon ip mutfağa, metal tel banyoya ve  kırçıllı ip salona gidiyordu. Bir mühendis edasıyla tasarlamıştı bütün sistemi... Birleşim noktaları, ayrım noktaları hepsi kolayca öğrenebileceği şekilde ayarlanmıştı. Evdeki her oda bir ucundan diğerine, yirmi bir koca adam ayağı...

Bir kadeh daha koydu yazar... Üç buz... Kafasını yukarı kaldırdı, bacak bacak üzerine attı... Gözlerini yavaşça kapattı... Oğlunun yaşadığı karanlığı hayal etti... İstediği zaman gözlerini açabilmenin rahatlığı ket vuruyordu... Sanki anlayamıyordu, bir şeyler eksikti, yaşadığı zorluklardan her defasında hayıflanıyordu... Ama oğlu?.. O ne yapabilirdi ki?.. Karanlıklar lordu koca adam...

Buzlar etkisini gösteriyordu... Son kez bakıyordu yazar dünyaya... Yavaşça eriyordu, düşünceli... Hâlâ oğlunu anlayamıyordu... Daha tamamen kararmamıştı dünya... Bir anda irkildi ve ölmeden önceki son görevini hatırladı... Oğlunun yanına gitmesi gerekiyordu... Son veda... Kanepenin üstünde duran yastığı eline aldı... Gözleri biraz daha az görüyordu artık... Sendeliyordu... Yere düştü... İlacı veren adamın söylediği doğruysa ölmeden beş dakika önce kör olacaktı... Ölüme beş kala oğlunu anlamak istedi... Onu anlamak için mi ölüyordu, anlayamadığı için mi? Oğlu onu anlayabilir miydi ki? Onu sevdiği için mi seçmişti bu yolu yoksa dayanamadığı için mi? Ölüm yaklaşıyordu...

Saf karanlığın içinde, karanlık tarafa mı geçmişti yoksa doğru yolu mu bulmuştu bilmiyordu...

Yerden kalktı, el yordamıyla kadife ipi buldu... Yere düşürdüğü yastığı eline aldı, emin adımlarla ipi takip etti... Koca adamın odasına girdiğini anladı...

Yirmi bir koca adam adımı, on buçuk yazar adımıydı...

Yavaşça saydı adımlarını ondan geriye... 10, 9, 8... Yaklaşıyordu emin adımlarla... 7, 6, 5... Oğlunun soluk alıp verişini duyuyordu... Karanlık dünyayı aydınlatan yegane ses... 4, 3, 2, 1... Biliyordu artık oğlu elinin uzanabileceği mesafede... Yastığı yavaşça oğlunun soluk sesine doğru götürdü...

Telefonum çaldı ve kapattım kitabı... Tanıtım birazdan başlayacaktı, ardından imza günü ve gereksiz bir sürü insan... Editörüm hadi demlenmeyi bırak da gel artık salona diyordu... Bir sürü yapmacık övgü, kendini marjinal sanan ama bir boktan anlamayan bir çuval Cihangirli...

"Sen sus reklam ve tanıtım işini bana bırak," demişti editörüm "Sen sadece sorulan sorulara cevap verirsin". Canıma com com... Lavaboya gidip saçımı, kıçımı, başımı düzelttim. Ukala görünmek sağlığa zararlı gibi tembihlemişlerdi yayın evinden: "Mütevazi görün!..  Eyvallah, söz en mütevazi ben olacağım...

Salonun arka tarafındaki kuliste bekliyordum... Editörüm yanıma geldi... "Biz sana mütevazi ol diyoruz sen güneş gözlüğüyle salona geliyorsun," dedi... Ne alakaysa!.. Güneş gözlüğü de mi sağlığa zararlı!

Bana ayrılmış, önünde koca puntolarla kartona ismimin yazdığı koltuğa oturdum, kıl kuyruk editör de yanıma...

Söze girdi, yıkadı ve yağladı!
Veni, vidi, vici.. Salonu fethettik.

Ağzı açık ayran budalaları bana bakıyorlardı... Eller havada ama kopmak için değil, akıllarınca soru soracak dallamalar... Editör kulağıma "Ben moderatör olayım, önce tanıdıklarıma söz vereyim olay çıkmasın, sorular tanıtımın parçası neticede" dedi. "Ver paşam keyfin bilir, istediğine söz ver... Patron sensin, akşama kafayı çekelim yeter" dedim. Daha ne içeceksin der gibi baktı hıyar... Yok anne öykülerinizde hiç mi yok, yoksa var da doğumda mı ölüyor, sizi terk mi ediyor, bu çocuk patates mi, yerden mi bitti; yok efendim hikaye içinde hikaye yazan adamın bir anlamı var mı, siz kimsiniz bu kitapta ayarında birkaç sıkıcı sorunun ardından,

"Mesihle ilgili çok öykü yazdınız ve onlarda diğer tüm Mesih anlatılarında sinemada ya da edebiyatta olduğu gibi baba figürü yoktu... Bu kitabınızda ise anne figürü yok. Neden acaba" demez mi, heyecanlandım azcık. Anladık bizim editörün tanıdığı biri değil, IQ'su kesin doksan civarı, ama doksan bir değil yani o kesin. Olsa olsa seksen dokuz...

"Mesihin dadısı vardır aslında, yani üvey babası... Onu görmek bir işimize yaramaz, ki bence sıkıcı ondan anneyle idare etmiştim bu vakte kadar... Ama bu sefer Tanrı'yı yere indirmeyi seçtim. Mesih gene var, ama babasıyla... Baba bir gaddar mı? Yoksa ilah mı?.. Oğlunun iyiliğini isteyen bir baba mı sadece? Yoksa kendi iyiliği için oğlunu kurban eden bir ebeveyn mi? Oğlunun yaşadıklarını anlamak mı? Yoksa anlayamadığını ve anlayamayacağını bilip, bunu anlamak için ölmeyi mi seçiyor? Belki de kendi ölümü daha yüce bir sebebe hizmet edecek kim bilir? Belki de babası ölse Mesih daha bir Mesih olacak? Ya da babası olmadan Mesih de mi olmaz? Tanrı'sız İsa nasıl olurdu?" diye devam ediyordum ki editörüm kulağıma "Yavaş oğlum yavaş ezme artık tamam" dedi. Bence de yeterdi...

Soruyu soran kadın şok olmuş bir şekilde teşekkür ederken editörüm "Başka soru alabilir miyiz acaba" dedi. Salon sus pus olmuş kimseden tek bir çıt bile çıkmıyordu... Bir anda bütün salon alkış, kıyamet ıslık, stadyuma çevirirlerken salonu tabii ki kimsenin götü yemedi soru sormaya...

Kalabalık dağılırken, bir duble viski getirmiş editör. İki buz... Zevksiz herif, viskiyi iki buzla katletmiş ya neyse. İçip kitabımı imzalayacağım, önünde kuyruk ve yüzlerce kitabım olan masaya oturdum. Otomatiğe bağlanmış, hatta yer yer kitaba sadece çarpı atıp yollayan elim uyuşmuştu... Fotoğraf çektirmiyordum prensip olarak, Türkan Şoray Kanunu'nun yazar versiyonu... Kaç yüz kitap imzaladım bilmem...

Artık bıkmıştım, bunalmıştım, bitmiştim, tükenmiştim, örselenmiştim...
Kitabımın kapkara, üzerinde hiçbir desen olmayan kapağı sanki beni yutuyordu...
Yoksunluk çekiyordum...

Editör kulağıma fısıldadı "Bitirelim mi?", "Tabii ki de bitir bu da soru mu?" dedim. Biraz kuytuda bir masa ayarlamışlar, imza isteyen kalabalıktan uzak... Oraya geçtim. Masanın her tarafı kadife iplerle süslenmişti, koltuğun üstünde de bir yastık... Sanki nikah masası! Viski istedim editörden, "Ama buz koyma!". Viskiyi elime aldım ve etraflıca bardağını inceledim. Öylesine... Bir yudum aldım, kafamı geriye atıp gözlerimi kapattım... Hiç bitmeyecek sanki bugün... Bacağıma dokunan küçük bir el hissettim. Gözlerimi açıp altımda duran çocuğa baktım. Garip bir giyinişi ve kafasında şapkası vardı. Boynu yere eğilmişti... Kafasındaki şapkadan yüzünü göremiyordum.

"Biliyorum!" dedi bir anda... Sesi sanki küçük bir çocuğa değil de koca bir adama aitmiş gibi geliyordu... Sanki çocuk değil de bir cüceymiş ben yanlış anlamışım gibi... Yüzünü göremiyordum ama kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu, korkudan altıma sıçacaktım...
"Neyi biliyorsun?" dedim.

"Kimsenin göremediğini biliyorum! Onlar karanlıkla uğraşırken aslında senin neden koca adamın gözlerini kararttığını biliyorum!"

"Kitaptaki, çocuktan mı bahsediyorsun?"

"O çocuk değil, o koca adam! Onun gözleri kapalı ama aslında sen görmesini istiyorsun!" dedi.

Kalbim yerinden fırlayacaktı. Adam mı çocuk mu bir türlü anlayamadığım ve yüzünü göremediğim garip varlık beni korkudan öldürecekti...

"Peki o zaman neden gözlerini kapatayım, gözleri gören bir karakter olarak yazardım isteseydim, çok takılma yani" dedim küçümseyerek.

"Koca adamın görmesini istesen de çocuğunun gözleri ne renk olacak bilemediğin için mühürlüyorsun, kendi çocuğundan korkuyorsun, kadınlardan korkuyorsun, senin çocuğunun annesi olabilecek kadınlardan korkuyorsun, onların göz renklerinin hikayelerine yansımasından korkuyorsun... Ela mı, mavi mi, yeşil mi, kara mı? Çocuğunun gözü annesine çeker diye düşünüyorsun... Bunu yazmaktan korkuyorsun! Sen sevmekten değil, Tanrı'nın çocuğunu yüz üstü bırakmasından korkuyorsun... Senin Tanrın bir baba değil... Senin Tanrın bir kadın ve sen kim bunu bilmiyorsun?"

Nutkum tutulmuştu... Kelime bulamıyordum söyleyecek... Gözlerim kararmıştı... Oturmak için kucağıma aldığım, koltuğun üzerinde duran yastık elimden kaydı...Yere yığıldım... Masanın altına bağlanmış kadife ipe tutundum. Kalkmaya çalıştım... Kadife ip!


...

Koca adam eline yastığı aldı, yerde yatan yazar bozuntusuna baktı... Şapkasının altından gülümseyerek yastığı babasının üzerinden havaya kaldırdı...

"Korkma baba sadece karanlık!"

Ve Tanrı Kararsın dedi...


15 Aralık 2012 Cumartesi

Have you seen my cross?



Bu okunaklı çehreyle nereye gitsem insanlar beni önceden tanıyormuş gibi davranacak:

“Hi Jesus. Where is your fucking father?”

Sıkıldım.

4 Aralık 2012 Salı

Amel Defterimin Genişletilmiş İkinci Baskısı


“Yalan söyleme artık” dedi itinalı bir kibirle. Çok gergindi, tedirgindi. “Tabi ki” dedim, “bir daha asla yalan söylemem”. Sonrasında söylediklerimin doğru olup olmadığını hatırlamıyorum. Potansiyel olarak üçkağıtçı, yalancı, sadakatsiz ve utanmaz olduğum hükmünde kanaat ettiği için neyin doğru olduğunun artık önemi kalmamıştı zaten. Sustum. Aslında çok basitti. Tüm hayatım hikayelerle ilgili. “İnsanı öldürmeyen şey, tuhaflaştırır”.

Şimdilik Berlin. Havanın soğukluğu ile insanların soğukluğu arasında nedense sadece bira ılık kalmakta ısrarcı. Üstelik oldukça da sıcakkanlı. İnekleme seansları, sıklıkla kütüphane, hayatımda hiç olmadığı kadar metro, squadlarda aktivistlerin bir türlü anlayamadığım politika=cigara muhabbetleri, salaş ve bazen “leş” barlarda “Denglish aksanıyla” sohbetler. “Jesus forgive us!”

Bir de memleketten havadisler var, fazlasıyla can sıkıcı. Fotoğrafımın üzerinde kartlar karılmış. Ablalar “kız” kardeşlerini benim gibi serserilerden “korumak” için aslında ne menem bir herif olduğumdan bahsetmiş, kadehler tokuşmuş, hikayeler yazılmış.
-         Kötü’yü nasıl bilirdiniz?
-         Kötü!
Abartılı bir iftiranın estetikleşmesi bazen onu dahiyane bir içeriğe kavuşturur ya, öyle birşey. Birilerinin “ölümü” ile benim “kalımım” birbirine ilişmiş böylece, biri ötekinin nedeni olmuş. Ne güzel bir oratoryo: Örgütlenmiş Kezbanlık Mavi Sakal’a Karşı.

Artık birisi “unga munga” diyerek diğerlerine beni gösterdiğinde hangi kabilenin yamyamı olursa olsun işaret parmağını kırasım geliyor.

29 Kasım 2012 Perşembe

BEN


Bazen birileri birbirlerini,
bazen kimileri kendilerini,
kimi zaman bazısı bazısını,
kimileyin kimisi kimilerini,
bazı bazı bazıları bazısını,
genellikle kimisi bazısını,
nadiren bazıları kimilerini,
sıkça kimileri bazısını,
her zaman bazıları kimisini,
bir öyle bir böyle,
bazen az bazen çok,
çokça hiç,
hiçbir zaman çok olmadan…
Sonra dön başa
bir ileri bir geri,
işveleri civcivli,
şivesi çok derdi yok,
kokusu yok rengi çok,
artısı var eksisi yok,
istemeden mükemmelen
ahengi coşkusunda,
kokusu dokusunda,
derdi renginde,
devası sesinde,
neşesi kisvesinde;
bir o yana bir bu yana  
kavrulur kelimeler,
savrulur da döner,
kapılar kapanır,
yollar açılır,
içre geçmiş öyküler
Kimi zaman birileri birbirlerini...


21 Ekim 2012 Pazar

Arz-ı Arsızlık (Kısa Versiyon)

                                                         
                                            http://fizy.com/#s/1t28gj (Mutlu İhanetler - Samir Joubran)

I

Bir adam var, iki kadın. Uzatmaksızın, bildiğiniz acıklı üç kişilik aşk hikayelerini düşünün. Biri meşru, diğeri gayrımeşru ilişki. Henüz evlilik de yok ama. Adamın hangisini daha çok sevdiğini bilmiyoruz, ama hikayenin en az otuz yıl önce yaşandığını, birisini tercih edip evlendiğini, taşralı bir oğlunun olduğunu biliyoruz. Öteki kadını da biliyoruz biraz; ama gittiği yerde içindekini ne kadar sakladığını bilmiyoruz; bilsek de söylemeyiz zaten; ayıp.                                                              

II

Otuz yıl önceki aşkın iki çocuğu oluyor. Öyle aitler ki o aşka, onlar da aşık oluyorlar, birbirlerini gördüklerinde - daha onyediyken. Sonra pek bir şey olmuyor ama. Mesafeler var; şehirler, ülkeler var. Birbirlerini bulup yaşıyorlar kendilerince ara sıra. Bildik buluşmalar, yakınlaşmalar, uzaklaşmalar var. Kim bilir, arada kaç aşk uğruyor ikisine de. Neyse, uzatmayalım. Olmuyor.

III

Son haftalarda gönlün hakikatte bir olduğuna inandım; en kısa zamanda malum ülkeye gitmek, otuz yıl önce babamın kaldığı yerden devam etmek üzere para biriktirmeye başladım. Aşk vardı, para vardı, iş vardı ve o arada bir şeyler oldu -neydi acaba? Kaçırdım sanırım ne olduğunu; ve sonra, tam da aşk varmış gibi inandıktan sonra en iyi arkadaşımın “kadınlarıyla” yattım. Utanmadım, utanmam. Arz ederim, ahlâksızım.

IV

Aşk olmayabilir; doggy var.

29 Eylül 2012 Cumartesi

Kadınlar doğar, büyür ve ölürler.

"Lydia Vance'i ilk kez nerede gördüğümden emin değilim. 6 yıl kadar önceydi, postanedeki memuriyetimden istifa etmiş, yazar olmaya çalışıyordum"... [Sonrasını biliyorsunuz].

26 Eylül 2012 Çarşamba

Örgütlenmiş Abazalık Versus Post-Modernite




1- Apartman görevlisi Zeki’nin her sabah penceremin önüne dayanıp motosikletini temizlemek bahanesiyle perdenin altından yatağımı dikizlemesinden sıkıldım. Önceleri libidinal bir itkiyle bunu yaptığını düşünüyordum ama artık polise bilgi vermek için bizi takip ettiğinden şüpheleniyorum. Neyse ki Gregor Samsa yüreğime su serpti: “Boşver birader, onun konuştuklarından zaten bir şey anlaşılmıyor. Konuşsa da kimse bir şey anlamaz”.

2- Doğrusorularısoramayanadam’a mesaj atarak sorduğum soruya aldığım yanıt beni erekte edebiliyorsa bir toplanıp konuşsak fena olmaz biraderlerim!

3-  Benden duymuş olmayın: 2. katın madde bağımlıları ile zemin katın sex bağımlıları, “bari 1. katta da bir kumarhane açalım” diye konuşuyorlardı.

4-  Küçük Mumya’nın üniversitedeki ilk gününün akşamı bana “bence sizin polislerle ilgili politikalarınız yanlış” diyerek çıkışması asabımı bozdu: “Orta Bahçe’ye adım atar atmaz başımıza teorisyen kesildi pezevenk”. Yılanın başını küçükken ezelim arkadaşlar. Küçük Mumya anarşist olmasın!

5- Ertu’nun yeni hastalığına teşhis konuldu: Dissosyatif kimlik bozukluğu. Herkes Cahit’ten veryansın ederken artık bir de nur topu gibi Faruk’umuz var. Üstelik bıyıklı. İlk vukuatının mağduru bendim. Hepimize kolay gelsin derim.

6-    Martin Eden’e yapılan “abazanca” baskıyı kınıyorum! Herkes kendi tarihini irdelesin biraderlerim.

7-  Sanırım bu apartman sakinlerinin en önemli özelliği; birbirlerini her konuda -ama “her konuda”- kollamaları. Organize “işler”…

31 Temmuz 2012 Salı

uyan ey apartman sakini, saki mi?
kim doldurdu kadehleri dökülesi,
karışma şimdi içsesten gelecek vicdan sakini, saki mi?
uyan ey saki, uyan bir böcek geziniyor buralarda, aralarda.
uyutmaz isek saki-n-leri, rüya hep rüya olarak vicdanlaşacak,
gece olmayacak gündüz olacak
sevişirken kadınlar s-a-k-inleşmeyecekleri
bir gündüz vaktine uyuyacaklar.
uyurken öpmeyecek kimse erkekleri,
erkek deme feministler kızacak,
sus ey vicdan sakini, saki mi?
öyle mi?
uyaksız ve kuyusuz bir kalptir: insan.
büyük harfle başlamak gerekmiyor artık ve tanımından sonra
geliyor iki nokta.
saki'ye okka.
sakın anlaşılmasın ki dışsesten gelenler,
sakin sakin yudumlansın,
ne erkek ne kadın
demlendikçe bilsin.
'ne' anlamı verdi.
geliyor bir okka dışsesten,
gelemez dedi içses, biliyor ki cumhuriyet!
kaldırırıldı belki ölçüses
ancak bitmedi, vicdanlaşacak bir şeyler kaldı elbet.
haydi o zaman, ünleyivergari saki!
doldurdukça boşalacak.
boşaldıkça dolduracak bir saki
bulunacak mı?
içsesin dışsese kondurduğu öpücükten isyan!

1 Haziran 2012 Cuma

In The Year 2525





in the year 2525
If man is still alive
If woman can survive
They may find
In the year 3535
Ain't gonna need to tell the truth, tell no lies
Everything you think, do, and say
Is in the pill you took today

In the year 4545
Ain't gonna need your teeth, won't need your eyes
You won't find a thing to chew
Nobody's gonna look at you

In the year 5555
Your arms are hanging limp at your sides
Your legs got nothing to do
Some machine is doing that for you

In the year 6565
Ain't gonna need no husband, won't need no wife
You'll pick your son, pick your daughter too
From the bottom of a long glass tube' Whoooa

In the year 7510
If God's a-comin' he ought to make it by then
Maybe he'll look around himself and say
Guess it's time for the Judgement day

In the year 8510
God is gonna shake his mighty head then
He'll either say I'm pleased where man has been
Or tear it down and start again

In the year 9595
I'm kinda wondering if man is gonna be alive
He's taken everything this old earth can give
And he ain't put back nothing

Now it's been 10,000 years
Man has cried a billion tears
For what he never knew
Now man's reign is through
But through eternal night
The twinkling of starlight
So very far away
Maybe it's only yesterday

In the year 2525
If man is still alive
If woman can survive
They may thrive
In the year 3535
Ain't gonna need to tell the truth, tell no lies
Everything you think, do or say
Is in the pill you took today



15 Mayıs 2012 Salı

Söz-Adam


Oku yare
Git derdim oku yare
Sinemde yer kalmadı
Meğer oku yare

I
Yazdım olmadı, dedim, hiçbir şey değişmedi.
Söyle o zaman, dedi şey-tanımsı.  De ki sen osun; sen  aradığım ve hep arayacağımsın. De ki sen bir aşk evvel, bir yara sonrasın.
Peki, dedim başımı eğip; söz benim, dert onun olsun.

II
CAHİT: Manyak mısın oğlum, neden koşuyorsun her gün? İçkin yok, sigaran yok, kilo sorunun yok, sağlığın yerinde.
TAŞRALI: Kızın hayaletinden kaçıyorum be abi.

CAHİT: Her gün on tur mu kaçıyorsun?

TAŞRALI: Yok, yorgun olduğum günler altı tur.

CAHİT: Senin kafa gidik, ben sana diyim.

TAŞRALI: Türkçe dersinde -ık, -ik diye bir ek öğretilmiyor, di mi? Benim kuzenler de çok kullanır böyle. Yapık, edik.  Demek sizin yörede de var bu kullanım.

CAHİT: Gene başladın dilbilgisel faşizme. Kafan harbiden gidik.

TAŞRALI: Yahu ne faşizmi? Aksine, yazılı dilde olmayan ama konuşulan ve bilinen bir ekten bahsettiğim için pozitif ayrımcılık yapıyorum.

CAHİT: La tamam. Ben içmeye gidiyorum. Gelecen mi?

TAŞRALI: Nereye?

CAHİT: Nefes’e.

TAŞRALI: Yok,  ben almiym. Ama dağıtırsan haber ver, toplamaya gelirim.
CAHİT: Okey. Eyvallah.

TAŞRALI: Eyvallah.



III
“Saat yönünün tersine koşulur parkurda. Spor salonu, stadyum, park fark etmez; saat yönünün tersi affetmez. Yürümeye, koşmaya gelmişsiniz, eyvallah da abilerim, ablalarım, hiç mi TRT 2’de olimpiyatları, dünya şampiyonalarını falan izlemediniz?  Yahu ona da gerek yok; şuradaki sporcu tipleri takip etseniz yeter. Çok mu hoşunuza gidiyor karşılıklı koşup ikide bir kulvar değiştirmek? Gerçi parkur ortadan ikiye ayrılsa benim sinirlenmeme gerek kalmaz, isteyen istediği yöne koşardı. Aslında iyi fikir, not alayım bunu… Lan ben ne yöne koşuyorum peki? Kızın hayaletinden kaçıyorum güya. Hayalimde o var ama. Birazdan önüme çıksa, beni durdursa… Artistlik yaparım, durmam... Nah durmam. Dinlerim. Boşluk bulursam öperim… Nereye öpüyon amına koyim? Karı seni siklemiyor, Cahit dahil bütün arkadaşların söyledi bunu sana  onlarca kez; sen hala öpüş, sikiş sokuş diyon. Siktir git Taşralı, siktir git… Abla sen de siktir git. Olmuşun doksan beş kilo, löp löp yürümeye çalışıyon. Yürüyerek kilo mu verilir amına koyim? Koşacaksınız. İnsan gibi koşacaksınız. Ne insanı? Köpek gibi koşacaksınız. Doksan beş kilodan doksana düşsen ne yazar? Kocan fark eder mi sanıyorsun erittiğin yağları? Onun hayalindeki kadınlara yetişebilir misin sen teyze?.. Gerçi kocan da yetişemez ya... Neyse…  Altı tur bitti. Yediyi de atiym de Cahit’in yanına gidiym.”

IV
Deneyime deneyimle karşılık vermek hayatın bir zorunluluğu. Sorgulanmamış bir yaşam yaşam olabilir pekala; fakat deneyimi eksik bir yaşam, yaşanmaya değmez  gerçekten.
Bunu böylece bilenler daha özgür bir yere ulaşmak için dur durak dinlemeden  deneyimlediler, büyüdüler, çoğaldılar. Ne ki azaldılar da bazen; bitmeyen bir ezgi, kokmayan bir güzel koku, öldüren cansuları yüzünden. Kendilerinden özge sevdikleri yoktu aslında  -kendileri çoğul değil ama. Kendini sevmenin başı, ortası ve sonu hep yalnızlık olduğundan herhalde, birbirlerini de sevdiler . Nihayet, sevmeyi deneyimlediler.


V
Konuşmaya gittim deneyim aşkına, aşkın deneyimine. Söyledim sonunda. Ama cümlelerin önünde arkasında zonklayıp duran sessizlikler çürüdü, Hasan Ali ustam, ben de çürüdüm, içimde bir kurt; hatta nerede susulduysa orası çürüdü; bazı sesler yankılandı, o yankılar da çürüdü. Çürüye çürüye öyle çirkinleştim, öyle karardım da o an, karşıdan vuran nur kurtaramadı yüzümü. Neyse ki ben o baygın sevgilerin adamı değildim ve yüzümü hırpaladı bu çürüme, bu nur; dağlı bir anlatım kaldı.
 

2 Mayıs 2012 Çarşamba

I need an answer.

Değerli Jennifer, nezaketinizden dolayı teşşekür ederim. Güzelliğe ilişkin bu yüksek farkındalığınızın beni etkilediğini söylemek isterim. Son zamanların moda ifadesi ile, I am sexy and I know it. Fakat kitabımda çiziktirmiş olduklarıma olan ilginizi daha çok önemsiyorum. Payıma düşen güzellik ve kitabımda dikkatinize sunabildiğim bulgularıma olan alakanızdan dolayı son derece memnun oldum. Güzelliğime dair bir paylaşımda bulunabilmeyi ben de umardım ancak ne yazık ki paylaşacaklarım bir süre daha yazdıklarımla sınırlı olacak. Ama eğer arzu ederseniz benden daha güzel bir arkadaşım var adı Lütfü. Ekte size onun ev adresi ve cep telefonu numarasını veriyorum. Hoşçakalın.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Onderbergen.




Tüm gecenin nöbetini tutmak neden bana kaldı? Kafka ribat derken bunu bir ben mi alındım üzerime? Ne zamandan beri sorunlarınızın üstesinden uyuduğunuz odanın ışığını kapatarak geliyorsunuz? Sizi bahar geceleri patlayan sağnaklara bağışlayacağımı da nereden çıkardınız? Açsanıza gözlerinizi! Sözlerinize açıklık katsanıza!

Bakmayın hummalı bağrışlarıma, boğazımı kurutan bu yabancı sigaradan hırçınlığım. Ha birde şey var, bünyemde yapılmış harf ve anlam ve lügat inkîlabı. Tüm mesele bu değilse bile meseleyi tümleyen önemli bir sancı. Kendimi 20'lerin nurtopu Türkiye'si gibi hissediyorum bir süredir. Tümel yargılara tekil sancılardan ulaşılabiliyormuş, bunu da yazdım bir kenara. Söyleyecek sözü olmak yetmez! Söyleyen yerlerin varlığı da yetmez söz söylemeye!

Bir süredir aklımda birşey yok. Gandalf Saruman'ın esaretinden kurtulduktan sonra şöyle deseydi hiçbirimiz yadırgamazdık; "kulenin tepesinde esirken ben, düşünmek için çok fırsatım oldu!" Senaryo icabı böyle bir replik yaşanmadı. Ama yaşansaydı kimse bundan rahatsız olmazdı. Biri çünkü- ki bu Gandalf olmak zorunda değil- dese ki düşünmek için çok fırsatım oldu, hemen biz onun o fırsatı düşünceye çevirdiğini varsayarız. Ancak düşünmek için fırsatı olmak ta yetmez düşünmeye, tıpkı söyleyebilmek için söyleyecek sözü olmanın yetmediği gibi. 

Mikro-kredi ya da diğer kırsal kalkınma aygıtları nasıl ki yoksulluğu ortadan kaldırmayı hedeflemiyor, aksine yoksulluğu sürdürülebilir ve katlanılabilir bir durum olarak daimi kılmak istiyorsa, ben de bazen aslında görünen maksatlarımı diğer gizli gündemlerimi örtmek için kullanıyorum. Ben ve mikro-kredi gibi kırsal kalkınma aygıtları arasında bir benzerlik kurmak için artık yeterli sebeplere sahipsiniz. Üstelik mikro-kredi uygulamasının, kırdan kente doğru murat nehri debisiyle akan tutucu ve koyun kokan insanları durdurmak gibi bir amacı da söz konusu iken, sizi benim hakkımda bir kez daha düşünmeye davet ediyorum, yoksa salık veriyorum mu demeliydim?

Nepal'e gitmek düştü aklıma, bir süredir kendimi Nepal'e giderken buluyorum. Gitmesi kolay, gitmesi ucuz, gitmesi otantik, gitmesi bla bla bla diye sebeplerimi hazırladım. Önce dönüp sonra gitmeliyim ama Nepal'e. Önce dönmenin hazzını kusacak kadar yaşayıp sonra gitmeliyim Nepal'e. Nepal ve benim aramdaki benzerlikler de dikkatinizden kaçmadı ya? 

-şimdi biraz daha zorlayacağım-





Birazdan hayatın hakikatine ilişkin ibretlik tesbitlerle başbaşa kalacaksınız. Lütfen  dehşete kapılmayın. Bu hakikatlerle karşılaşmak ama birazdan denizi görecek olmakla aynı şey değildir. Çünkü deniz bir hakikat değildir. 

Sahi hakikat nedir?

Hakikat sahi nedir?

Hakikat ebemizin amıdır. Hangimiz ebemizin amı ile karşı karşıya kaldığında dehşetle yerinden irkilmez ki? Ama sakin olmalıyız. Cinsel uzuvlar hep ürkütücü olmayabilir, hep çirkin olmalarına rağmen.

Mesele şu; 

"herkes herşeyin farkında" ilkesinden hareket etme zorunluluğu bizi kaçınılmaz olarak hakikatle yüzyüze bırakmakta. Akli melekeleri yerinde olan, insan olabilmek için yeterli kromozomlara sahip, şarap ve kadından aldığı hazzı şiirden de alabilen ve düzenli olarak çelişirken hayata ilişkin soğuk ya da sıcak gerçekleri anımsayabilen her birey "olup biten herşeyin" farkındadır. Ancak olup biten herşeyin farkında olan birey olabilmek bizi  özel kılmaz. Bizi özel kılsın istiyorsak bu farkındalık bir adım öteye geçmeliyiz. Bir adım öteye geçmek kısmını biraz açmak belki yerinde olacaktır. 



Farkındalığın bir adım ötesine geçmek nasıl mümkün olur peki?Sözgelimi doğrusorularısoramayanadam adında bir adam olsun ve bu adam akıllı, kafi derecede kromozomlu, şiirsever ve düzenli çelişik olsun. Yani adam herşeyin farkında ancak bir adım öteye geçmek istiyor, istiyor ama nasıl?

Bir adım öteye geçmeyi neden ister adam? Kendini özel hissetmek için mi? Bu çıkış noktası hepimizi kapsamayabilir. Kendini özel hissetmek hepimiz için cezbedici bir itici güç olmayabilir. O halde kaplamı geniş bir katalizör ihtiyacı hasıl olmakta. Ne olabilir bu? Hah; ahlaklı olmak. Evet ahlaklı olma çabası, farkındalığımızın ötesine geçmek için iyi bir gerekçe ve hemen hemen hepimizi bir adım öteye geçmek konusunda tetikleyici bir unsur olabilir. Evet hepimizi doğrusorularısoranadam'larıda, eşcinsel ya da ara formları da ve hatta zorbaları da.


Şimdiye kadar ki kısmı, "herşeyin farkında olan insanlar varoluşlarına ahlaki bir görünüm kazandırmak için bir adım öteye geçmek isterler" biçiminde özetleyebiliriz.


Devam.


Farkında olduğumuz gerçeklerin gerekliliklerini yerine getirmek zorunluluğu etimizde çıkan şirpençe'ye benzer. Şirpençe can yakar, o halde farkında olduğumuz gerçeklerin gerekliliklerini, boynumuza yüklediklerini yerine getirmeliyiz ki etimizde çıkan ve canımızı yakan şirpençeden kurtulabilelim. İnsan bu his-eylem dizilimiyle gadanallah deyip yola çıkar. Nereye? Bir adım öteye.


Peki. Lütfen bu durumu vulgarize edip bir örnekle açıklayabilirmiyim? Tabii, tabii, biz bunları konuştuk ama evet örnek vermek daha anlaşılır kılabilir bu iddiayı evet.


Yeter.