“Yalan söyleme artık” dedi itinalı bir kibirle. Çok gergindi,
tedirgindi. “Tabi ki” dedim, “bir daha asla yalan söylemem”. Sonrasında
söylediklerimin doğru olup olmadığını hatırlamıyorum. Potansiyel olarak
üçkağıtçı, yalancı, sadakatsiz ve utanmaz olduğum hükmünde kanaat ettiği
için neyin doğru olduğunun artık önemi kalmamıştı zaten. Sustum.
Aslında çok basitti. Tüm hayatım hikayelerle ilgili. “İnsanı öldürmeyen
şey, tuhaflaştırır”.
Şimdilik Berlin. Havanın soğukluğu ile insanların soğukluğu arasında nedense sadece bira ılık kalmakta ısrarcı. Üstelik oldukça da sıcakkanlı. İnekleme seansları, sıklıkla kütüphane, hayatımda hiç olmadığı kadar metro, squadlarda aktivistlerin bir türlü anlayamadığım politika=cigara muhabbetleri, salaş ve bazen “leş” barlarda “Denglish aksanıyla” sohbetler. “Jesus forgive us!”
Bir de memleketten havadisler var, fazlasıyla can sıkıcı. Fotoğrafımın üzerinde kartlar karılmış. Ablalar “kız” kardeşlerini benim gibi serserilerden “korumak” için aslında ne menem bir herif olduğumdan bahsetmiş, kadehler tokuşmuş, hikayeler yazılmış.
- Kötü’yü nasıl bilirdiniz?
- Kötü!
Abartılı bir iftiranın estetikleşmesi bazen onu dahiyane bir içeriğe
kavuşturur ya, öyle birşey. Birilerinin “ölümü” ile benim “kalımım”
birbirine ilişmiş böylece, biri ötekinin nedeni olmuş. Ne güzel bir
oratoryo: Örgütlenmiş Kezbanlık Mavi Sakal’a Karşı.
Artık birisi “unga munga” diyerek diğerlerine beni gösterdiğinde
hangi kabilenin yamyamı olursa olsun işaret parmağını kırasım geliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder