18 Aralık 2013 Çarşamba

BU BLOG GEÇİCİ OLARAK SERVİS DIŞIDIR

Arkadaşlar, televizyonda yayınlanan maçı izlemeye gittiler. Viskin ve ya mısırın varsa, onlara katılabilirsin.

5 Aralık 2013 Perşembe

Kırmızı


"Kırmızı. Sana, sadece sana kırmızı demeliyim. Ben başaramıyorum kırmızı. Hatırlamak dışında bir mucizem yok. Bir şeye inandım. Bir şeye ve sadece bir kere ağlayarak dans ettim. Oysa hayata bağlanmak için ayağa kalkmıştım.
Demir kapı, demir olan sözcük. Köşesinde akasyaların buğulu kokular yaydığı; parasızlığı, aşkı ve cinnetimi gördüğüm ev.  Bir diğerini öldürmeden alınamayan zafer tadı. Ve bana anlatılan tüm tarihlerin kahramanlığına sığmayacak kadar kimsesiz kalan çocukluğum. Az öğrenmeliydim, az soru sormalı, hiç yanıt beklememeliydim. Ama, bir sabah bunları yaptım. Kazanılmış nefretlerin övüncü sindi aynalara. Ve bir de utanç...
Sana, baharı alıkoyuyorum. Sonra kışı. Sonra ölümü alıkoyuyorum. Kendini arabaların önüne atan dilencinin elleriyle; güzelliğinden bana kalanı alıkoyuyorum. Sonra erdemi... En başa dönüyorum.
Bir nefes daha... Geleceği gördüm. Kayıp duruyordu avucumdan. Belirsizliği, iğrençliğini örtmüyordu. Kırmızı bir senfoni yazmak istedim, yalnız ışıkta duyulan. Çünkü beni, sadece babamın aldığı papuçlar sevindirdi, bayram kıyafetleri, annemin saçlarımı açması sevindirdi.
Demir kapı. Yığılıp kalan ölümün ayağımda bıraktığı ve beni durduran kırmızı... Bir türlü tamamlanmayan hikayesiyle, orospu kırmızı..."
 
Umay Gedikoğlu

28 Kasım 2013 Perşembe

Çürümek de Varolmaktır

"Ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar..."

M. Kundera

3 Kasım 2013 Pazar

3 Kasım Pazar 2013



Bir kadın geçiyor odadan
İçimdeki sevgiyi veriyorum,
Verdikçe çoğalmemeli diyorum
Yatağın altında saklanan bir tanrı olmalı
Bir kadın yeniden geçtiği zaman
Yatağın altına bakmasını isteyeceğim.
Kalp atışlarım, kadınlara adımlarım yavaşlamalı
Belki bu pazartesi –malı demekten vazgeçeceğim.
Bu seferde –ecek'ler olacak
Tanrım saklandığın yerden gelip
Acılara bir son vermelisin.
Veyahut bir kadın saklandığı yerden çıkmalı
Beni içine koymalı
Bir sonraki yüzyıla kadar saklamalı.

Belki bu pazartesi –malı demekten vazgeçeceğim.

10 Ekim 2013 Perşembe

Balık Ağzı


Bu bir kılıç balığının öyküsü 
Yazılmasa da olurdu 
Ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu 
Uskumrunun arkasından gidiyorduk 
Sürünün içinde ben de vardım
Sırtımda bir zıpkın yarası 
Bahtiyar olmasına bahtiyardım 
Nedense gitmiyordu kulağımdan 
Bir türlü o "Ağ var" sesleri
 
Denizkızı girmiş düşünceme 
Ben iflah olmam 
Dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı 
Dolanınca ağa çok geçmeden küserim 
Bir çocuk bile çeker sandala beni 
Bu kadar ağır olmasam
 
Beni böyle koşturan yaşama sevinci 
Kanal boyunca bir o yana bir bu yana
Siz  yok musunuz  siz derya kuzuları 
Kestim kılıcımla karanlığını dibin
Yakamoz içinde bıraktım suları 
Ah aysız gecelerde olur ne olursa


Atın beni mor kuşaklı bir takaya götürün 
İri gözlerimde keder 
Kılıcımda hüzün 
Satın beni  satın beni 
Rakı için

Halim Şefik Otopsi 26-27

6 Ekim 2013 Pazar

"Sen yalnız iyi programlarımı dinlemek istedin. Alaturka çaldığım zaman düğmemi kapamak istedin".




 “Sevgili Bilge;
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanmadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa, arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım diyerek bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görünüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa Sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidipgelenazizvarlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunmazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alınyazısı da, ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır.
Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, Sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, Sevgili Bilge; kötülüğüm kelimelerin arasında kayboluyor.)”

Oğuz Atay - Tehlikeli Oyunlar / 383-384

14 Eylül 2013 Cumartesi

Aç Gözlülük Nedir Bilmeyen Çocuk

J. Oğlunuzla gurur duymalısınız. Hiçbir şey talep etmeden yardım etti.
M. Eee, aç gözlülük nedir bilmez.
J. Onun... Onun özel güçleri var.
M. Evet. Olayları olmadan görebiliyor.
J. Bu yüzden bu kadar hızlı refleksleri var..
J. Bu bir Jedi özelliği..
M. Kölelik hayatından daha iyisini hakkediyor.
J. Cumhuriyette mi doğdu? Daha çabuk kimliğini saptarız. Ondaki güç aşırı derecede.. bu çok açık.
J.  Babası kimdi?
M. Babası yok.
M. Onu ben taşıdım. Doğurdum. Büyüttüm.
M. Ne olduğunu açıklayamam.
M. Ona yardım edebilir misin?
J. Bilmiyorum.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Yine, yeni, Yeniden!



-Gezi Direnişi boyunca Ankara’da her sokağa çıktığımda karşılaştığım direnişten hemen sonra Van Gölü’nde boğularak ölen Enes Dursun’a ithaf edilmiştir-

Terry Eagleton Kültür yorumları’nda, kültürün toplumsallığını tartıştığı bir yerde diyor ki: “… kültür doğası gereği siyasi değildir. Bir Bretonya aşk şarkısı söylemenizin, Afro-Amerikan sanatı üzerine bir sergi açmanızın ya da lezbiyen olduğunuzu açıklamanızın doğası gereği siyasi hiçbir tarafı yoktur. Bunlar doğası gereği ve hiçbir zaman siyasi değildir; yalnızca, genellikle pek de hoş olmayan özgül tarihsel koşullar altında bu hale gelirler. Yalnızca bir egemenlik ve direniş sürecine yakalandıkları zaman siyasi hale gelirler – aksi takdirde zararsız olan bu meseleler bu ya da şu sebepten savaş alanına döner.” Bu paragrafı, Çarşı taraftar grubunun 18 Temmuz 2013 tarihli protestosundan bir gün sonra, hatta, çarşı haberlerini okumamdan sonra okumamın bir anlamı var dedim. Hollywood filmleriyle büyüdüğüm için böyle şeyleri bir yerlere bağlamaya pek meraklıyım.

Eğer, Gezi Direnişi’nin altından yatan nedenlerden önemli bir kısmının hükümetin baskıcı politikalarının yanı sıra, insanlara nasıl davranması gerektiğinden tut nasıl giyinmesi gerektiğine kadar müdahalesiyle ilgili olduğunu söylersem yeni bir şey söylemiş olmam. Üstelik okuması sıkıcı bir şey yazmış olurum. Fakat Çarşı’nın dün yine yeniden bize hatırlattığı ve sabah 6’da okurken uyku mahmurluğumu üstümden atan, “oh be!” dememe sebep olan, (abartıyorum)içimi kıpır kıpır yapan Gezi Direnişi’nin devamından tam önce söylemeliyim(devamı olacağına inanıyorum fakat bir şeyler hakkında ahkam kesmemeyi Haziran ayında öğrendim). Direnişten sonra da öğrendik ki hükümetin geri adım atacağı falan yok. Vazgeçmeye de niyetleri yok. Geri adım atmayı bırak, inadına daha güçlü hazırlanıyorlar. Tam bir sıkıyönetim koşulları işliyor. Devlet şiddeti artacak, faşistlerin sokağı bırakmasıyla yok olduğunu sandığımız para-militer güçler başka siyasi gruplar şeklinde tekrar canlanacak. Üstelik hükümet hedefleri bile belirledi. Adreler belli: “Üniversiteler ve taraftar grupları.” Uyarıyor, sopa gösteriyor önlem almaya çalışıyor.

Eylem sürecinin hemen hemen azalmaya başladığı bir ara bir video izlemiştim. Video İstanbul’un bir semtinde geçiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam lüks bir semtti. Arkası görünmeyen bir kalabalık, sokağın dörde ayrıldığı bir yerde polislerle karşılaşıyor. Kalabalıktan beşiktaş formalı biri, yaklaşık 20-30 polisin bulunduğu yere görüşmeye gidiyor. Polisle anlaşıyor. Anlaşma koşulları basit: Eylemciler bulundukları yerde durdukları sürece polis müdahale etmeyecek. Koşmaya başlasa karşısındaki 20-30 polisi sadece koşarak ezecek kalabalık, temsilciliğini bıraktığı temiz yüzlü beşiktaş formalı çocuk sayesinde orada durup slogan atmaya başlıyor. Çok değil kısa bir süre sonra polise gelen destek kuvvetle birlikte polis eylemcilere yoğun gaz atıp kovalamaya başlıyor. 

Videoyu izliyorsun, üzülüyorsun, için acıyor, kızıyorsun falan filan. Bir şeyler eksik. Artık böyle teraneler görmek istemiyoruz. Yok kardeşim, bunların eylemlere sloganlara alerjisi var. “Yanlış” terimi sadece karşı taraf için olabilir. Adam bir şey anlatıyor, adeta hipergerçek. Biri olanlara dair bir şey söyleyince kendinden geçiyor, kızıyor, bağırıyor, ceza veriyor, hedef gösteriyor falan filan. Polisin iyisi kötüsü yok kardeşim, yaşadığında polis şiddeti değil zaten, bilakis devlet şiddeti. Devletin de safı belli. Ortası yok bunun. Bize Tekel bir şey öğretti: “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur.” Hadin sağlıcakla.








28 Temmuz 2013 Pazar

Yüzün Gözümüzün Önünden Gitmiyor Çocuk!



17 Aralık 2012. Berlin’deyken ben. Seninle konuşmamız:




Enes: “Yıl 2009, üniversiteye başlamışım ve tutunacak bir dal arıyorum. Dal olmasın da tutunayım yeter. İlkin bir konuşmasını dinlemiştim, anlamamıştım. Yanımdaki sormuştu; “nasıl buldun?” diye, anlamsız bir yüz ifadesiyle –iyi- demiştim. Meğersem beni iyi edecek sırları taşıyan kişinin ta kendisiymiş. Tanıştık aradan günler geçti. Kaynaştık; sarıldık, dertleştik, içtik, okuduk ve daha birçok şey. İlk defa tattığım şeyleri de yaşadık birlikte. Bazen mesafeli bazen çok yakın anlarımız oldu. Hep yukarı çıkardım, o yoksa buruk bir duyguyla aşağıya inerdim. 5. kata asansörle çıkmak varken koşa koşa merdivenlerden çıkardım. Odasında yoksa o merdivenlerden inmesi yorucu gelirdi, asansöre binerdim. Her seferinde bir şeyler sormak isterdim, soracak bir şey bulamayınca laf atar, sataşırdım. Bazen çok kızardım. Yakın zamanda gelecek ama şimdilerde uzakta…”


Yasin: “Nereden çıktı lan şimdi bu?”


Enes: “Ne bileyim abi, esti işte. Ödev yazıyordum, bıraktım bunu yazdım.”


Yasin: “Ağlatma ulan beni! Bırak neyle uğraşıyorsan, git hemen bir hatun bul kendine! Şu anki ilk ödevin bu.”


Enes::) Tamam abi”.