“Uzman görüşüme göre anomik
intihar” yazıyordu okulunun 5. Katından aşağı atladıktan sonra cebinde bulunan kâğıtta.
Ne garip Orhan Veli’yi de çok severdi. Daha da ilginci intihar edenlere sadece
sosyolojik anlamlar verebilirdi, o anlamları da birkaç saniyede verir geçerdi. Yaşarken
‘ne zaman bir şeyden uzaklaşsam bana yaklaşmalarından nefret ederdim’ diye
düşünürdü uzaklaşırken. İntiharı bir çeşit karakter değişmesi diye düşündü,
fazla zaman da ayırmadı bu düşünceye ki bazı düşünceler çok düşünülmeye
gelmezdi. Yüzdeki sası bir sırıtma gibi kısa ve sadece kendine anlamlı bir
haldi yaşadıkları. Daha önceden de intihar etmişti, ama bir şekilde not
bırakmamıştı peşinde, bu not ilkti. Hem ilkti hem de ona öğretilenlerin
neredeyse hepsi yazıyordu kâğıtta. Kağıt da denemezdi cebindeki üzeri yazılı nesneye, hafif olsun ve aramakla
zaman kaybedilmesin diye seçilmiş, üzerine yazı yazılabilecek en hafif, kaleme en
yakın yazılası nesneydi sadece. Bu kadar değersiz olmasına karşılık tıpkı
birisinin cebinde arasına düştükleri gibi önemli, değer verilir bir hale geldi.
Tesadüf böyle bir şeydi. Burada yazılanları birisinin okuması kadar nadirdi
tesadüfilerin. Nasıl derler bilirdi, hakimdi yaşamaya.
Çoğunlukla sıradanlık. Bazen -lojik saçmalamalar, bazen cakacılık. Bir grup hilkatsizin anlamsız birlikteliği. Büyük ölçüde müşterek bir ilişki ama iç sesler de var. Bir de apartman var. Kediler, köpekler, böcekler ve periler var. Kolektif bir halet-i ruhiye...
10 Aralık 2014 Çarşamba
27 Kasım 2014 Perşembe
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
Ama
yalnızlıktan hoşlandığı, yalnızlığı aradığı halde, asıl sevdiği, asıl aradığı,
kalabalık içinde bulunduğu, kalabalıktan uzak olmadığı bir sırada, bu
kalabalıktan ayrılabilmek, yalnız kalabilmek, başkalarının yanından çekilmek,
istediği için tek başına durabilmek... Farkında bunun. Yalnızlık zorunlu bir
durum olmadığı zaman daha çok hoşlanıyor. Ama bir şey daha var bu duyguların
içinde. Bir şey daha. Anlatılması güç... Sanki başkalarının varlığı, uzaktan da
olsa kendini sezdirmedikçe, Andronikos, bir türlü rahat edemiyor. Kendilerinden
uzaklaşmak için de olsa başkalarının varlığı kendisine gerekli. Öyle bir
şeyler, öyle bir şeyler dönüyor kafasında... Hep başkalarının varlığı gerek bu
yalnızlığına. Şimdi ise, gerçekten yalnız, şehirden uzak, gerçekten tek başına
kaldığı şu anda, şehirdeki yaşayışı, şehir yaşayışının küçük alışkanlıklarını
arıyor; aradığının farkında; aramaktan korkuyor. Çekidüzen vermek istiyor
kendine. Barınağı düşünüyor. Suyu, yiyeceği düşünüyor.
Bilge Karasu- Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
1 Kasım 2014 Cumartesi
Nargissos'un Öpücüğü
Bu masal bir hayvanı doyurmak
için yazıldı, aslında. Bir bakıma pamuk prenses değilde, kötü cadımızı
düşünecek olursak soralım kendimize; Ayna, ayna söyle bana var mı benden daha
güzeli? İşte tam bu noktada terslektik bir okuma ile, pamuk prenses değiliz daha.
Oysa hep böyle avutulduk. Olacağımızı düşündük ve çoğu zaman gözlerde ki
mutluluğu yanlış anladık. Olduk sandık, oluyor sandık kendimizi. Oysa düşünün
birinin gözlerine dikkatlice baktığınızda kimi görürüz, diye. Tabii ki
kendimizi.
İşte bu nedenle:
I
Sen sen sen
Yaratırken, sanmışken doğayı
Ben bilek damarlarımı kesiyor olacağım...
“Gözlerinin içinde aşktır gördüğüm”.
Not: Terslektik tamamen kafadan uydurulmuş bir kelime olarak
hiçbir anlama gelmemekte, fakat okuyucuya yazarın ne kastettiğini getirtmektedir.
26 Ekim 2014 Pazar
iç
(Öncesi uzundu bunun. Fakat gerek yok o kadar çok kelimeye)
Nihayet iç huzura kavuştun bazı
hazlardan vazgeçerek ve henüz tanımadığın yeni hazların seni beklediğini
umarak. Ama iç huzurunu sikeyim oğlum, iç huzurunu sikeyim.
24 Eylül 2014 Çarşamba
Yağmur
“now that we’re here,
how do we get back?”
Çağımın
aklında plastik çiçekler açıyor,
gülüyor
ve seviniyorlar buna. Oysa yağmur
durmadan
yağıyor. Biz bir odanın ışığını
açana
dek yağacakmış.
İki
kişilik bir sessizliği buluşturana dek,
bir
ritmin içinde tekrar. Yağacakmış, hayatı
oluşturana
dek, tekrar.
Sık
sık camdan dışarı bakıyorsun, odaların dışına
kaçıyorsun,
kalmak istediğin bir yerin yokmuş,
içindeki
ses kaygıyla tanıştırıyormuş seni.
Yağmur:
Sessizliğiniz huzursuzluğunuzun sesi
diyormuş
size. Yankılanıyormuş yağmur:
Ömrün
bir şey anlatıyor sana, ama sen anlamıyorsun!
Yağmur
durmadan yağıyormuş:
Hiçbir
şey rastgele değildir.
Hiçbir
şey rastgele değildir.
Ben
anlıyorum ama onlar anlamıyorlar daha,
içlerindekini
çoktan unuttular. Yağmur da
sevmiyor
artık bizi. Ama terk etmiyor,
unutmuyor
yine de: Yağmur yağacakmış daha:
Buluşturana
dek içimizdeki kopuk ritmi,
cılız
sesleri dönüştürene dek rüzgâra.
Çağımızın
aklında bombalar patlıyor, kaçıyor
ama
dönüyorlar aynı yıkık yerlere.
Silinebilir
mi bu yazı?
Bu
uzun anı unutulabilir mi?
Eski
bahçe acı çekiyor benim yerime.
Ben,
silinebilsin, unutulabilsin diye
dua
ediyorum yağmurla birlikte.
Yağmur
yağıyor: Bilmiyorsun diyor, toprak nedir,
eski
bahçe ne, niçin söküldün ordan ve sıkıntıya aitsin, neden?
Eski
bahçe, hey! hayatın ritmini,
yağmurun
sırrını saklayan,
bizi
bir zaman şımartan kucak, kayıtsız şefkat.
Bir
ömür nasıl yaşanır, fısılda bize,
Nasıl
yanar hayatın ateşi içimizde?
Yağmur
yağacakmış,
Ömrün
anlatacakmış daha.
Birhan Keskin
11 Eylül 2014 Perşembe
Kimdi Pinochet?
“Aslında kimdi Pinochet,
kapitalist ihtilaliyle ve yirmi yıl süren baskı rejimiyle Şili’ye damgasını
öylesine vuran o asker kimdi? […] Ondan neden bu kadar korkuluyordu? Ona neden
bu kadar hayranlık duyuluyordu? […] Öyle sanıyorum ki onu anlayabilmek için Mario
Vargas Llosa’nın Teke Şenliği ya da
Gabriel Garcia Marquez’in Başkan
Babamızın Sonbaharı gibi romanları okumak yerinde olur, çünkü o yazarların
öylesine güzel tanımladıkları o tipik Latin Amerikalı başkomutan tiplemesiyle
pek çok ortak yanı vardı onun. Sert, soğuk, kaypak ve otoriter bir adamdı, bir
kurum olarak orduya duyduğunun dışında sadakat kaygısından da duygusundan da
yoksundu, General Carlos Prats ve daha başkaları gibi işine geldiğinde
öldürttüğü silah arkadaşlarına karşı vefa duygusu yoktu içinde. Kendisinin
vatanı kurtarmak için Tanrı ve tarih tarafından seçildiğine inanıyordu.
Nişanlara, askeri şatafata bayılırdı; kendi kendisine manyaklık derecesinde
hayrandı, hatta kendi adını taşıyan, kendi imajını sürdürüp korumaya yönelik
bir vakıf bile kurmuştu. Kurnaz ve ihtiyatlıydı, köylü tavırlıydı ama
istediğinde cana yakın olabilirdi. Kimilerince beğenilen, kimilerince nefret
edilen, herkes tarafından korkulan bu adam, tarihimizin çok büyük bir gücü en
uzun süre elinde tutan şahsiyeti olsa gerek”.
ISABEL ALLENDE
18 Ağustos 2014 Pazartesi
Kronik Saçmalamalar
Dışarıdan
nasıl göründüğüyle ilgili tahminlerim var ama asla tam olarak nasıl göründüğünü
bilemem. Kim bilebilir ki zaten. Bilmek ne büyük derttir bazen. Bazen
bilemeyince inanmak ne çok iş görür.
Ne yapacağız
ulan, tüme mi varalım bu yaşta, tümden mi dönelim rayların üzerinden. Çiçekleri
yediğimiz akşamların sabahında fırıncıya gidip teşekkür mü edelim, eline sağlık
kardeş ekmekler de tam kıvamında mı olmuş diyelim.
Sesli
kahkahalarımız ciğerlerimize yerleşmiş sıkıntılarımızı ağız yoluyla atmamıza
yardımcı olur mu her zaman. İçince şişenin içindekini dibine kadar, daha mı
rahat çıkış yolu bulur ciğerlerimizdeki sıkıntılar.
Öteki dünyaya
inanmaktan ne zaman vazgeçecek kitleler. Çağlar ne zaman öteki dünyadan önce
öteki dünyadan sonra olarak ikiye ayrılacak, öteki dünyadan sonrası ne zaman
yaşanacak.
15 Ağustos 2014 Cuma
אֶהְיֶה אֲשֶׁר אֶהְיֶה
Yapıcı bir eleştiri olarak bu işi
bırakmasını öneriyoruz. Belki iyi bir firmada üst düzey yönetici olarak filan daha
iyi bir kariyer yapabilir. En azından üç dil biliyor;
İbranice, Latince ve Arapça. Apartmanımızın Rehberlik Servisi (2. Kat – 8 Numaralı
daire) kendisine bu konuda yardımcı olabilir. Ne de olsa Tanrıların oryantasyonu hususunda iddialıyız.
“Tanrı sen ne kadar güzelsin bir hiç
olarak”. T.U.
11 Ağustos 2014 Pazartesi
Nedir yahu şu gerçeklik ?
Bu soruyla başladığım bütün konuşmalarda eleştiri olarak
karşılaştığım cümle genelde şu; ‘’ İnsan
yaptıklarıyla anılır, yapmadıklarıyla değil.’’ Evet doğru ve hoş. Fakat sorun,
yaptığımız şeyler. Yahut yaptığımızı zannettiğimiz şeyler. İçerisinde
bulunduğumuz şartlar vardır değil mi? Hani Standartların vardır ve sen her gün
bu standartları yükseltmek için çaba harcarsın. Hep bir şeyler daha iyi
olmalıdır, hep bir şeyler rayında olmalıdır ve zamanla gelişmelidir seni
beslesin diye. Her zaman bir şeyler eksiktir. Hep sen varsındır son kertede.
İlle de sen. Bütün yollar sana çıkar. Hep sen, hep sen..! Koskocaman bir kurtçuktur benliğin ve
etrafından yemek için gözün döner. Yediklerin ürettiklerinden hep fazla gelir.
Sonsuza kadar yiyebilirsin, şiştikçe şişersin ama yine de tatmin olmazsın. Çünkü
sana vaat edilen cenneti arayıp bulamamışsındır bir türlü. Etrafında sürekli
bir şeyler olup biter, bir yerlerde birilerinin başları kesilir, bir yerlerde
birilerine tecavüz edilir, bir yerlerde birilerine zulüm edilir… Şanslıysan
bunlardan haberin olur. Belki bir yazı yazarsın, belki bir konferans verirsin,
belki sokağa inersin. Bu yüzden başın belaya girebilir. Ama unuturlar seni. Çok
çabuk unuturlar hem de. Eninde sonunda sen
kendine dönersin. Çünkü sahip olduklarını yitirmemen gerekir. Neydin sen? Ne kadardın? Ne yaptın? Ne bekliyordun?
Nihayetinde gerçek dediğin şeyin sana sunduğu bir oy pusulasında üç tane ucube.
Yaptıkların dünyadaki bu sonu gelmez manyaklığın önüne ne kadar geçebiliyor?
Bana bundan bahset. Öyle geliyor ki ‘’yaptıklarıyla anılanlar’’ın çoğu bu
manyaklığı üretenler. ‘’İnsan hakikatin ve hatanın taşıyıcısıdır’’. Mümkünse
kendi hakikatinizi yaşayın, hatayı değil. Sahi nedir yahu şu gerçeklik?
23 Temmuz 2014 Çarşamba
Ayrılıklara Dair
2013. Hiçbir
yaz bu kadar acı ve umutla geçmemiştir sanırım. Yine bir yıl dönümü geldi. Nereden
döndük, yaşadıklarımız bize neden döndüğümüzü hissettirdi ortada sanırım. Hayatımda
çok fazla kaybediş vardır, hepsi birbirinden farklıdır ama bazılarının
tokadının izi geçmiştir de içten içe acır hep.
Başına buyruk
çocuğu kaybedişimiz, başına buyruk hüzünler yaşatıyor bize uzun zamandır. Cumaları
eğlenirken herkesin gözü seni arıyor, sokakta sana benzettiklerimizin sayısı
kaçı buldu. Yani seni çok özledim çocuk. Ulan özledim.
Neler yaptık sen yokken bir bilsen, ne kadar
öldük seninle, kahkaha aralarında aklımıza ne kadar geldin biliyor musun? En sevdiğin
ya da bira getirirken çalan parçalarda oynarken damlalar döküldü dostlarının
gözünden. Sen bize neler öğrettiğinin farkında mısın? Sen olsan da sarılırdık
biz bu kadar sıkı. Vallahi sarılırdık, arada kızardık sana belki sen bize
kızardın içten içe, karnıma karnıma şutlar çekerdin, kardeşlerine bağırırdın
belki biraz daha. Sesin çıkardı ki yükselirdi bize.
Yine rüyalarımıza
gir, her rüyamızda yol sorduğumuz çocuk sen ol, susayınca bize su getir, yağmur
yağarken bile kendi evine gitme, sakın içimizde ölme.
21 Haziran 2014 Cumartesi
ANI
Yanlış hatırlamıyorsam 15 yaşındaydım, yanlış hatırlamadığıma göre 15 yaşındaydım.
15 yaşındaydım evet ve kuzenim nişanlanıyordu, nişanın nerede olduğunu hatırlamıyorum fakat güzel bir yerde olduğunu hatırlıyorum. O geceyi özel yapan şey ise kuzenimin nişanlanması değildi, zaten 1 yıl sonra evlenerek genç dullar kategorisinde yerlerini hızlıca aldılar. O geceyi özel yapan içkiydi, ya da içki sadece o geceyi özel yapacak anılar bırakmıştı bende; çünkü dedem o gece benim içtiğimi öğrenmişti.
Hikaye şu: Ben 15 yaşındaydım ve kuzenim nişanlanıyordu ve o gece "yerli içki" içmek serbestti, hem aile yönetiminin hem de otel çalışanlarının varlığı içki içmeye engel teşkil etmiyordu. Genç bir çocuk o gece biraz çok içti, çünkü 15 yaşındaydı, kuzeni nişanlanıyordu ve daha önemlisi içki sınırsızdı. İnsan yeni öğrendiği şeylerde sınırlarını öğrenmek ister. Aceminin nerede duracağını bilmemesi bundandır çünkü sınırlarını bilmez, sınırlarını arar.
Bir ustayı acemiden ayıran şey de tam olarak böyle bir şey, usta ne yapıp yapamayacağını bilir, acemi ise çılgın deyyus bir balık gibi oradan oraya yüzer. Ben o zamanlar çılgın deyyus bir balık olduğum için sınırlarımı arıyordum ve çok içtim. Eve gidince bayılmış olduğumdan olsa gerek içkinin bana tesiri ortaya çıkıp konuşulmuş oldu.
Ertesi gün dedem beni Beşiktaş'a götürdü, beni daha önce de Beşiktaş'a götürmüştü ama bu Beşiktaş'a götürüşünü öteki Beşiktaş'a götürüşlerinden ayıran şey bu götürüşünün içmek için olmasıdır, şöyle demişti: "Oğlum ben sizin içki içtiğinizi bilmiyordum." - içki içmenin adabı vardır içki şöyle içilir böyle içilir, rezil olmadan bak.
15 yaşındaydım, yaklaşık 9 sene önceydi, buna benzer bir hava vardı dedem beni içmeye götürmüştü.
9 sene geçti ve geçen hafta cuma akşamı dedem öldü. Bilmiyorum yazılacak çok anı var - ne buranın konusu ne merakı- üstelik insanın dedesini kaybetmesinden daha kötü olan şeyler var-babasını annesini kaybetmesi hatta çocuğunu kaybetmesi-. Acının ilk dereceden muhattabı değilim demiyorum ama nesnel bakınca ortaya böyle boktan bir tablo çıkıyor. İnsanların üzülmeye o kadar güçlü gerekçeleri var ki sanki senin için üzüntün hak yiyen insan gibi hissetmene neden oluyor. Sadece şunu söyleyebilirim, öyle bir şey değil. Yine de insan anısını yaşatmak istiyor işte. Yine de insan üzülüyor ve hala her ölüm erken ölüm.
Şubat ayında yanına gittiğimde Taksim'deki Koska'dan yarım kilo fıstıklı yarım kilo kakaolu helva istemişti - Taksim'deki çünkü oradaki daha taze oluyor- fıstıklı anneannem içinmiş, kakaolu meze! Kakao dediysek nutella demedik.
"Oğlum" demişti, "yılbaşında içeceğim diye aldım o gün rahatsızlandım; bu benim son rakım beraber içelim."
Ben herhalde o zaman çok idrak edememiştim, yani ihtimali düşünmek bir şey ama gerçekten öyle olduğunu anlayabilmek, ona göre yaşamak başka bir şey. İlk rakımı onunla içtim, son rakısını da onunla içtim; ama ikisini de yaparken ne kadar özel olduğunu anlamadım - bilmiyorum galiba gerçekten deneyimlemek gerekiyor-. Yazacak çok anı var ama ben nasıl anlatılır bilmiyorum.
Her neyse dedeciğim, sana daha şık bir ölüm yakıştıramıyorum, sen ölmeden bir gün önce telefonda konuştuğumuz zaman sana mezun olduğumu söylediğim için sevinmişsin, gözlerin dolmuş; anneannem söyledi. Son rakını içtin, en küçük torunu mezun ettin, yatağa düşmedin; o yatağa kocamansın zaten sen.
Hoşçakal,
en küçük torunun.
fotoğraftaki yapışık benim.
15 yaşındaydım evet ve kuzenim nişanlanıyordu, nişanın nerede olduğunu hatırlamıyorum fakat güzel bir yerde olduğunu hatırlıyorum. O geceyi özel yapan şey ise kuzenimin nişanlanması değildi, zaten 1 yıl sonra evlenerek genç dullar kategorisinde yerlerini hızlıca aldılar. O geceyi özel yapan içkiydi, ya da içki sadece o geceyi özel yapacak anılar bırakmıştı bende; çünkü dedem o gece benim içtiğimi öğrenmişti.
Hikaye şu: Ben 15 yaşındaydım ve kuzenim nişanlanıyordu ve o gece "yerli içki" içmek serbestti, hem aile yönetiminin hem de otel çalışanlarının varlığı içki içmeye engel teşkil etmiyordu. Genç bir çocuk o gece biraz çok içti, çünkü 15 yaşındaydı, kuzeni nişanlanıyordu ve daha önemlisi içki sınırsızdı. İnsan yeni öğrendiği şeylerde sınırlarını öğrenmek ister. Aceminin nerede duracağını bilmemesi bundandır çünkü sınırlarını bilmez, sınırlarını arar.
Bir ustayı acemiden ayıran şey de tam olarak böyle bir şey, usta ne yapıp yapamayacağını bilir, acemi ise çılgın deyyus bir balık gibi oradan oraya yüzer. Ben o zamanlar çılgın deyyus bir balık olduğum için sınırlarımı arıyordum ve çok içtim. Eve gidince bayılmış olduğumdan olsa gerek içkinin bana tesiri ortaya çıkıp konuşulmuş oldu.
Ertesi gün dedem beni Beşiktaş'a götürdü, beni daha önce de Beşiktaş'a götürmüştü ama bu Beşiktaş'a götürüşünü öteki Beşiktaş'a götürüşlerinden ayıran şey bu götürüşünün içmek için olmasıdır, şöyle demişti: "Oğlum ben sizin içki içtiğinizi bilmiyordum." - içki içmenin adabı vardır içki şöyle içilir böyle içilir, rezil olmadan bak.
15 yaşındaydım, yaklaşık 9 sene önceydi, buna benzer bir hava vardı dedem beni içmeye götürmüştü.
9 sene geçti ve geçen hafta cuma akşamı dedem öldü. Bilmiyorum yazılacak çok anı var - ne buranın konusu ne merakı- üstelik insanın dedesini kaybetmesinden daha kötü olan şeyler var-babasını annesini kaybetmesi hatta çocuğunu kaybetmesi-. Acının ilk dereceden muhattabı değilim demiyorum ama nesnel bakınca ortaya böyle boktan bir tablo çıkıyor. İnsanların üzülmeye o kadar güçlü gerekçeleri var ki sanki senin için üzüntün hak yiyen insan gibi hissetmene neden oluyor. Sadece şunu söyleyebilirim, öyle bir şey değil. Yine de insan anısını yaşatmak istiyor işte. Yine de insan üzülüyor ve hala her ölüm erken ölüm.
Şubat ayında yanına gittiğimde Taksim'deki Koska'dan yarım kilo fıstıklı yarım kilo kakaolu helva istemişti - Taksim'deki çünkü oradaki daha taze oluyor- fıstıklı anneannem içinmiş, kakaolu meze! Kakao dediysek nutella demedik.
"Oğlum" demişti, "yılbaşında içeceğim diye aldım o gün rahatsızlandım; bu benim son rakım beraber içelim."
Ben herhalde o zaman çok idrak edememiştim, yani ihtimali düşünmek bir şey ama gerçekten öyle olduğunu anlayabilmek, ona göre yaşamak başka bir şey. İlk rakımı onunla içtim, son rakısını da onunla içtim; ama ikisini de yaparken ne kadar özel olduğunu anlamadım - bilmiyorum galiba gerçekten deneyimlemek gerekiyor-. Yazacak çok anı var ama ben nasıl anlatılır bilmiyorum.
Her neyse dedeciğim, sana daha şık bir ölüm yakıştıramıyorum, sen ölmeden bir gün önce telefonda konuştuğumuz zaman sana mezun olduğumu söylediğim için sevinmişsin, gözlerin dolmuş; anneannem söyledi. Son rakını içtin, en küçük torunu mezun ettin, yatağa düşmedin; o yatağa kocamansın zaten sen.
Hoşçakal,
en küçük torunun.
fotoğraftaki yapışık benim.
25 Nisan 2014 Cuma
Remzi diye bir
arkadaşım var. Kendisinin başından çok enteresan olaylar geçiyor son
zamanlarda. O’nun hayali bir kişilik olmasıyla ya da bu olayları sadece benim
ve Remzinin fark etmesiyle ilişkili bir enteresanlığı yok yaşananların. Az
gelişmiş ülke atmosferi derseniz bir nebze kabul edebilirim. Onun dışında
açıklama yapacaksanız lütfen devamını okumayın. Başımızdan geçen bir olayı
anlatırken nedenlerini analiz edecek kadar da özgürlüğümüz yok mu?
TUTANAKTIR
Remzi bir Cuma
günü Ankara’da geç saatte bir arkadaşına gitmiş. Alkol falan da almamış o gün.
-Zira saat 24’den sonra yeni bir gün başlıyor. Dünden kalma en fazla.- Aşk mı
para mı bir derdi var yoksa o saatte kendi evine gitmek varken ne işi var
başkasının evinde. Aksi gibi de evde kimse yok. Evde kalan arkadaşlarını aramış
açmamışlar telefonu. Oraya gelmesi muhtemel başka arkadaşlarını aramış, kimi
telefonu açmış işim var demiş, kimi de aklın şimdi mi başına geldi demiş.
(Herkes kadar sıkıntılı ilişkileri de var Remzi’nin. ) Birkaç dakika evi
gezmiş, acaba birileri var da gitmemi mi istiyorlar diye, sonra da belki bana
bir ihtiyacı olan vardır, Muzaffer yan odada felç geçirdi belki (kendisi adı
gibi Muzaffer bir kişiliğe de sahiptir ama kimin ne zaman yardıma ihtiyacı
olacağı bilinmez) yardıma ihtiyacı vardır falan diye düşüncelere dalmış,
kafasında meşrulaştırmış onun bunun odasına girme eylemini. O oda senin bu oda
benim derken dış kapıyı açmış çıkmış evden.
Bir müddet
sokakta dolaştıktan sonra telefonu çalmış bizimkinin, Muzaffer yazıyor ekranda,
ne hali varsa görsün hıyar diye düşünmüş ismi görür görmez. Yardım edeceğim
zaman ortalıkta bulunmaz şimdi beni arıyor diye de kızmış üstüne. Telefonu
meşgule atmış ki o sıra Muzaffere kızmakla meşgul olduğu da herkes tarafından
kabul edilebilecek bir gerçek. Sonra o sinirle eve geldi, yarım saat bana
yaşadıklarını anlattı, o anlatırken ben de not tuttum.
Akrabalara
selamlar, umarım havalar iyidir. Yazarın ellerinden, oynayanların gözlerinden
öperim.
9 Mart 2014 Pazar
Kim'in Oyunu
Bir sabah, büyük bir oyun bahçesinde uyandım
Yağmur yağıyor komutanım dedim
Makyajınız akıcak.
-yüzyılların yüceltilmiş renksizliği,
Ama orada inadına açıyor disipline olmuş çiçek.
Burada günün sarışın vakti düşülüyor tutanaklara,
Orada bir çiçek diyorlar, inadına...
Oysa göğsümde eskidikçe değer kaybeden aşk çoçukları
Nehrin güzelliğinden olsa gerek
Biriktiriliyor kıyısına kibir
Yatağımın altında ki tanrı
Saklanacakmış daha, korkma yağmur diyorum.
Makyajımız diyor.
-Toprak doyana kadar kana
Omzumdan ağlamaklı insanlar geçecek.-
Yağmur yağıyor komutanım dedim
Makyajınız akıcak.
-yüzyılların yüceltilmiş renksizliği,
Ama orada inadına açıyor disipline olmuş çiçek.
Burada günün sarışın vakti düşülüyor tutanaklara,
Orada bir çiçek diyorlar, inadına...
Oysa göğsümde eskidikçe değer kaybeden aşk çoçukları
Nehrin güzelliğinden olsa gerek
Biriktiriliyor kıyısına kibir
Yatağımın altında ki tanrı
Saklanacakmış daha, korkma yağmur diyorum.
Makyajımız diyor.
-Toprak doyana kadar kana
Omzumdan ağlamaklı insanlar geçecek.-
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)