10 Aralık 2014 Çarşamba

Kitabe-i Sengi Zarar




        
         “Uzman görüşüme göre anomik intihar” yazıyordu okulunun 5. Katından aşağı atladıktan sonra cebinde bulunan kâğıtta. Ne garip Orhan Veli’yi de çok severdi. Daha da ilginci intihar edenlere sadece sosyolojik anlamlar verebilirdi, o anlamları da birkaç saniyede verir geçerdi. Yaşarken ‘ne zaman bir şeyden uzaklaşsam bana yaklaşmalarından nefret ederdim’ diye düşünürdü uzaklaşırken. İntiharı bir çeşit karakter değişmesi diye düşündü, fazla zaman da ayırmadı bu düşünceye ki bazı düşünceler çok düşünülmeye gelmezdi. Yüzdeki sası bir sırıtma gibi kısa ve sadece kendine anlamlı bir haldi yaşadıkları. Daha önceden de intihar etmişti, ama bir şekilde not bırakmamıştı peşinde, bu not ilkti. Hem ilkti hem de ona öğretilenlerin neredeyse hepsi yazıyordu kâğıtta. Kağıt da denemezdi cebindeki  üzeri yazılı nesneye, hafif olsun ve aramakla zaman kaybedilmesin diye seçilmiş, üzerine yazı yazılabilecek en hafif, kaleme en yakın yazılası nesneydi sadece. Bu kadar değersiz olmasına karşılık tıpkı birisinin cebinde arasına düştükleri gibi önemli, değer verilir bir hale geldi. Tesadüf böyle bir şeydi. Burada yazılanları birisinin okuması kadar nadirdi tesadüfilerin. Nasıl derler bilirdi, hakimdi yaşamaya.

27 Kasım 2014 Perşembe

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı


Ama yalnızlıktan hoşlandığı, yalnızlığı aradığı halde, asıl sevdiği, asıl aradığı, kalabalık içinde bulunduğu, kalabalıktan uzak olmadığı bir sırada, bu kalabalıktan ayrılabilmek, yalnız kalabilmek, başkalarının yanından çekilmek, istediği için tek başına durabilmek... Farkında bunun. Yalnızlık zorunlu bir durum olmadığı zaman daha çok hoşlanıyor. Ama bir şey daha var bu duyguların içinde. Bir şey daha. Anlatılması güç... Sanki başkalarının varlığı, uzaktan da olsa kendini sezdirmedikçe, Andronikos, bir türlü rahat edemiyor. Kendilerinden uzaklaşmak için de olsa başkalarının varlığı kendisine gerekli. Öyle bir şeyler, öyle bir şeyler dönüyor kafasında... Hep başkalarının varlığı gerek bu yalnızlığına. Şimdi ise, gerçekten yalnız, şehirden uzak, gerçekten tek başına kaldığı şu anda, şehirdeki yaşayışı, şehir yaşayışının küçük alışkanlıklarını arıyor; aradığının farkında; aramaktan korkuyor. Çekidüzen vermek istiyor kendine. Barınağı düşünüyor. Suyu, yiyeceği düşünüyor.

Bilge Karasu- Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı

1 Kasım 2014 Cumartesi

Nargissos'un Öpücüğü

Bu masal bir hayvanı doyurmak için yazıldı, aslında. Bir bakıma pamuk prenses değilde, kötü cadımızı düşünecek olursak soralım kendimize; Ayna, ayna söyle bana var mı benden daha güzeli? İşte tam bu noktada terslektik bir okuma ile, pamuk prenses değiliz daha. Oysa hep böyle avutulduk. Olacağımızı düşündük ve çoğu zaman gözlerde ki mutluluğu yanlış anladık. Olduk sandık, oluyor sandık kendimizi. Oysa düşünün birinin gözlerine dikkatlice baktığınızda kimi görürüz, diye. Tabii ki kendimizi.

İşte bu nedenle:

I
Sen sen sen
Yaratırken, sanmışken doğayı
Ben bilek damarlarımı kesiyor olacağım...
“Gözlerinin içinde aşktır gördüğüm”.


Not: Terslektik tamamen kafadan uydurulmuş bir kelime olarak hiçbir anlama gelmemekte, fakat okuyucuya yazarın ne kastettiğini getirtmektedir.

26 Ekim 2014 Pazar

(Öncesi uzundu bunun. Fakat gerek yok o kadar çok kelimeye)

Nihayet iç huzura kavuştun bazı hazlardan vazgeçerek ve henüz tanımadığın yeni hazların seni beklediğini umarak. Ama iç huzurunu sikeyim oğlum, iç huzurunu sikeyim.

24 Eylül 2014 Çarşamba

Yağmur




“now that we’re here,
how do we get back?”

Çağımın aklında plastik çiçekler açıyor,
gülüyor ve seviniyorlar buna. Oysa yağmur
durmadan yağıyor. Biz bir odanın ışığını
açana dek yağacakmış.
İki kişilik bir sessizliği buluşturana dek,
bir ritmin içinde tekrar. Yağacakmış, hayatı
oluşturana dek, tekrar.
Sık sık camdan dışarı bakıyorsun, odaların dışına
kaçıyorsun, kalmak istediğin bir yerin yokmuş,
içindeki ses kaygıyla tanıştırıyormuş seni.
Yağmur: Sessizliğiniz huzursuzluğunuzun sesi
diyormuş size. Yankılanıyormuş yağmur:
Ömrün bir şey anlatıyor sana, ama sen anlamıyorsun!
Yağmur durmadan yağıyormuş:
Hiçbir şey rastgele değildir.
Hiçbir şey rastgele değildir.

Ben anlıyorum ama onlar anlamıyorlar daha,
içlerindekini çoktan unuttular. Yağmur da
sevmiyor artık bizi. Ama terk etmiyor,
unutmuyor yine de: Yağmur yağacakmış daha:
Buluşturana dek içimizdeki kopuk ritmi,
cılız sesleri dönüştürene dek rüzgâra.

Çağımızın aklında bombalar patlıyor, kaçıyor
ama dönüyorlar aynı yıkık yerlere.
Silinebilir mi bu yazı?
Bu uzun anı unutulabilir mi?
Eski bahçe acı çekiyor benim yerime.
Ben, silinebilsin, unutulabilsin diye
dua ediyorum yağmurla birlikte.
Yağmur yağıyor: Bilmiyorsun diyor, toprak nedir,
eski bahçe ne, niçin söküldün ordan ve sıkıntıya aitsin, neden?

Eski bahçe, hey! hayatın ritmini,
yağmurun sırrını saklayan,
bizi bir zaman şımartan kucak, kayıtsız şefkat.
Bir ömür nasıl yaşanır, fısılda bize,
Nasıl yanar hayatın ateşi içimizde?

Yağmur yağacakmış,
Ömrün anlatacakmış daha.


Birhan Keskin

11 Eylül 2014 Perşembe

Kimdi Pinochet?



“Aslında kimdi Pinochet, kapitalist ihtilaliyle ve yirmi yıl süren baskı rejimiyle Şili’ye damgasını öylesine vuran o asker kimdi? […] Ondan neden bu kadar korkuluyordu? Ona neden bu kadar hayranlık duyuluyordu? […] Öyle sanıyorum ki onu anlayabilmek için Mario Vargas Llosa’nın Teke Şenliği ya da Gabriel Garcia Marquez’in Başkan Babamızın Sonbaharı gibi romanları okumak yerinde olur, çünkü o yazarların öylesine güzel tanımladıkları o tipik Latin Amerikalı başkomutan tiplemesiyle pek çok ortak yanı vardı onun. Sert, soğuk, kaypak ve otoriter bir adamdı, bir kurum olarak orduya duyduğunun dışında sadakat kaygısından da duygusundan da yoksundu, General Carlos Prats ve daha başkaları gibi işine geldiğinde öldürttüğü silah arkadaşlarına karşı vefa duygusu yoktu içinde. Kendisinin vatanı kurtarmak için Tanrı ve tarih tarafından seçildiğine inanıyordu. Nişanlara, askeri şatafata bayılırdı; kendi kendisine manyaklık derecesinde hayrandı, hatta kendi adını taşıyan, kendi imajını sürdürüp korumaya yönelik bir vakıf bile kurmuştu. Kurnaz ve ihtiyatlıydı, köylü tavırlıydı ama istediğinde cana yakın olabilirdi. Kimilerince beğenilen, kimilerince nefret edilen, herkes tarafından korkulan bu adam, tarihimizin çok büyük bir gücü en uzun süre elinde tutan şahsiyeti olsa gerek”.

ISABEL ALLENDE 

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Kronik Saçmalamalar



Dışarıdan nasıl göründüğüyle ilgili tahminlerim var ama asla tam olarak nasıl göründüğünü bilemem. Kim bilebilir ki zaten. Bilmek ne büyük derttir bazen. Bazen bilemeyince inanmak ne çok iş görür.
Ne yapacağız ulan, tüme mi varalım bu yaşta, tümden mi dönelim rayların üzerinden. Çiçekleri yediğimiz akşamların sabahında fırıncıya gidip teşekkür mü edelim, eline sağlık kardeş ekmekler de tam kıvamında mı olmuş diyelim.
Sesli kahkahalarımız ciğerlerimize yerleşmiş sıkıntılarımızı ağız yoluyla atmamıza yardımcı olur mu her zaman. İçince şişenin içindekini dibine kadar, daha mı rahat çıkış yolu bulur ciğerlerimizdeki sıkıntılar.

Öteki dünyaya inanmaktan ne zaman vazgeçecek kitleler. Çağlar ne zaman öteki dünyadan önce öteki dünyadan sonra olarak ikiye ayrılacak, öteki dünyadan sonrası ne zaman yaşanacak. 

15 Ağustos 2014 Cuma

אֶהְיֶה אֲשֶׁר אֶהְיֶה




Yapıcı bir eleştiri olarak bu işi bırakmasını öneriyoruz. Belki iyi bir firmada üst düzey yönetici olarak filan daha iyi bir kariyer yapabilir. En azından üç dil biliyor; İbranice, Latince ve Arapça. Apartmanımızın Rehberlik Servisi (2. Kat – 8 Numaralı daire) kendisine bu konuda yardımcı olabilir. Ne de olsa Tanrıların oryantasyonu hususunda iddialıyız.
“Tanrı sen ne kadar güzelsin bir hiç olarak”. T.U.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Nedir yahu şu gerçeklik ?


Bu soruyla başladığım bütün konuşmalarda eleştiri olarak karşılaştığım cümle genelde şu;  ‘’ İnsan yaptıklarıyla anılır, yapmadıklarıyla değil.’’ Evet doğru ve hoş. Fakat sorun, yaptığımız şeyler. Yahut yaptığımızı zannettiğimiz şeyler. İçerisinde bulunduğumuz şartlar vardır değil mi? Hani Standartların vardır ve sen her gün bu standartları yükseltmek için çaba harcarsın. Hep bir şeyler daha iyi olmalıdır, hep bir şeyler rayında olmalıdır ve zamanla gelişmelidir seni beslesin diye. Her zaman bir şeyler eksiktir. Hep sen varsındır son kertede. İlle de sen. Bütün yollar sana çıkar. Hep sen, hep sen..!  Koskocaman bir kurtçuktur benliğin ve etrafından yemek için gözün döner. Yediklerin ürettiklerinden hep fazla gelir. Sonsuza kadar yiyebilirsin, şiştikçe şişersin ama yine de tatmin olmazsın. Çünkü sana vaat edilen cenneti arayıp bulamamışsındır bir türlü. Etrafında sürekli bir şeyler olup biter, bir yerlerde birilerinin başları kesilir, bir yerlerde birilerine tecavüz edilir, bir yerlerde birilerine zulüm edilir… Şanslıysan bunlardan haberin olur. Belki bir yazı yazarsın, belki bir konferans verirsin, belki sokağa inersin. Bu yüzden başın belaya girebilir. Ama unuturlar seni. Çok çabuk unuturlar hem de.  Eninde sonunda sen kendine dönersin. Çünkü sahip olduklarını yitirmemen gerekir.  Neydin sen? Ne kadardın? Ne yaptın? Ne bekliyordun? Nihayetinde gerçek dediğin şeyin sana sunduğu bir oy pusulasında üç tane ucube. Yaptıkların dünyadaki bu sonu gelmez manyaklığın önüne ne kadar geçebiliyor? Bana bundan bahset. Öyle geliyor ki ‘’yaptıklarıyla anılanlar’’ın çoğu bu manyaklığı üretenler. ‘’İnsan hakikatin ve hatanın taşıyıcısıdır’’. Mümkünse kendi hakikatinizi yaşayın, hatayı değil. Sahi nedir yahu şu gerçeklik?

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Ayrılıklara Dair


2013. Hiçbir yaz bu kadar acı ve umutla geçmemiştir sanırım. Yine bir yıl dönümü geldi. Nereden döndük, yaşadıklarımız bize neden döndüğümüzü hissettirdi ortada sanırım. Hayatımda çok fazla kaybediş vardır, hepsi birbirinden farklıdır ama bazılarının tokadının izi geçmiştir de içten içe acır hep.

Başına buyruk çocuğu kaybedişimiz, başına buyruk hüzünler yaşatıyor bize uzun zamandır. Cumaları eğlenirken herkesin gözü seni arıyor, sokakta sana benzettiklerimizin sayısı kaçı buldu. Yani seni çok özledim çocuk. Ulan özledim.

 Neler yaptık sen yokken bir bilsen, ne kadar öldük seninle, kahkaha aralarında aklımıza ne kadar geldin biliyor musun? En sevdiğin ya da bira getirirken çalan parçalarda oynarken damlalar döküldü dostlarının gözünden. Sen bize neler öğrettiğinin farkında mısın? Sen olsan da sarılırdık biz bu kadar sıkı. Vallahi sarılırdık, arada kızardık sana belki sen bize kızardın içten içe, karnıma karnıma şutlar çekerdin, kardeşlerine bağırırdın belki biraz daha. Sesin çıkardı ki yükselirdi bize.

Yine rüyalarımıza gir, her rüyamızda yol sorduğumuz çocuk sen ol, susayınca bize su getir, yağmur yağarken bile kendi evine gitme, sakın içimizde ölme.

21 Haziran 2014 Cumartesi

ANI

Yanlış hatırlamıyorsam 15 yaşındaydım, yanlış hatırlamadığıma göre 15 yaşındaydım.
15 yaşındaydım evet ve kuzenim nişanlanıyordu, nişanın nerede olduğunu hatırlamıyorum fakat güzel bir yerde olduğunu hatırlıyorum. O geceyi özel yapan şey ise kuzenimin nişanlanması değildi, zaten 1 yıl sonra evlenerek genç dullar kategorisinde yerlerini hızlıca aldılar. O geceyi özel yapan içkiydi, ya da içki sadece o geceyi özel yapacak anılar bırakmıştı bende; çünkü dedem o gece benim içtiğimi öğrenmişti.

Hikaye şu: Ben 15 yaşındaydım ve kuzenim nişanlanıyordu ve o gece "yerli içki" içmek serbestti, hem aile yönetiminin hem de otel çalışanlarının varlığı içki içmeye engel teşkil etmiyordu. Genç bir çocuk o gece biraz çok içti, çünkü 15 yaşındaydı, kuzeni nişanlanıyordu ve daha önemlisi içki sınırsızdı. İnsan yeni öğrendiği şeylerde sınırlarını öğrenmek ister. Aceminin nerede duracağını bilmemesi bundandır çünkü sınırlarını bilmez, sınırlarını arar.
Bir ustayı acemiden ayıran şey de tam olarak böyle bir şey, usta ne yapıp yapamayacağını bilir, acemi ise çılgın deyyus bir balık gibi oradan oraya yüzer. Ben o zamanlar çılgın deyyus bir balık olduğum için sınırlarımı arıyordum ve çok içtim. Eve gidince bayılmış olduğumdan olsa gerek içkinin bana tesiri ortaya çıkıp konuşulmuş oldu.

Ertesi gün dedem beni Beşiktaş'a götürdü, beni daha önce de Beşiktaş'a götürmüştü ama bu Beşiktaş'a götürüşünü öteki Beşiktaş'a götürüşlerinden ayıran şey bu götürüşünün içmek için olmasıdır, şöyle demişti: "Oğlum ben sizin içki içtiğinizi bilmiyordum." - içki içmenin adabı vardır içki şöyle içilir böyle içilir, rezil olmadan bak.

15 yaşındaydım, yaklaşık 9 sene önceydi, buna benzer bir hava vardı dedem beni içmeye götürmüştü.

9 sene geçti ve geçen hafta cuma akşamı dedem öldü. Bilmiyorum yazılacak çok anı var - ne buranın konusu ne merakı- üstelik insanın dedesini kaybetmesinden daha kötü olan şeyler var-babasını annesini kaybetmesi hatta çocuğunu kaybetmesi-. Acının ilk dereceden muhattabı değilim demiyorum ama nesnel bakınca ortaya böyle boktan bir tablo çıkıyor. İnsanların üzülmeye o kadar güçlü gerekçeleri var ki sanki senin için üzüntün hak yiyen insan gibi hissetmene neden oluyor. Sadece şunu söyleyebilirim, öyle bir şey değil. Yine de insan anısını yaşatmak istiyor işte. Yine de insan üzülüyor ve hala her ölüm erken ölüm.



Şubat ayında yanına gittiğimde Taksim'deki Koska'dan yarım kilo fıstıklı yarım kilo kakaolu helva istemişti - Taksim'deki çünkü oradaki daha taze oluyor- fıstıklı anneannem içinmiş, kakaolu meze! Kakao dediysek nutella demedik.
"Oğlum" demişti, "yılbaşında içeceğim diye aldım o gün rahatsızlandım; bu benim son rakım beraber içelim."
Ben herhalde o zaman çok idrak edememiştim, yani ihtimali düşünmek bir şey ama gerçekten öyle olduğunu anlayabilmek, ona göre yaşamak başka bir şey. İlk rakımı onunla içtim, son rakısını da onunla içtim; ama ikisini de yaparken ne kadar özel olduğunu anlamadım - bilmiyorum galiba gerçekten deneyimlemek gerekiyor-. Yazacak çok anı var ama ben nasıl anlatılır bilmiyorum.

Her neyse dedeciğim, sana daha şık bir ölüm yakıştıramıyorum, sen ölmeden bir gün önce telefonda konuştuğumuz zaman sana mezun olduğumu söylediğim için sevinmişsin, gözlerin dolmuş; anneannem söyledi. Son rakını içtin, en küçük torunu mezun ettin, yatağa düşmedin; o yatağa kocamansın zaten sen.
Hoşçakal,
en küçük torunun.
                                                              fotoğraftaki yapışık benim.

25 Nisan 2014 Cuma



Remzi diye bir arkadaşım var. Kendisinin başından çok enteresan olaylar geçiyor son zamanlarda. O’nun hayali bir kişilik olmasıyla ya da bu olayları sadece benim ve Remzinin fark etmesiyle ilişkili bir enteresanlığı yok yaşananların. Az gelişmiş ülke atmosferi derseniz bir nebze kabul edebilirim. Onun dışında açıklama yapacaksanız lütfen devamını okumayın. Başımızdan geçen bir olayı anlatırken nedenlerini analiz edecek kadar da özgürlüğümüz yok mu?
                                                     
                                                             TUTANAKTIR
Remzi bir Cuma günü Ankara’da geç saatte bir arkadaşına gitmiş. Alkol falan da almamış o gün. -Zira saat 24’den sonra yeni bir gün başlıyor. Dünden kalma en fazla.- Aşk mı para mı bir derdi var yoksa o saatte kendi evine gitmek varken ne işi var başkasının evinde. Aksi gibi de evde kimse yok. Evde kalan arkadaşlarını aramış açmamışlar telefonu. Oraya gelmesi muhtemel başka arkadaşlarını aramış, kimi telefonu açmış işim var demiş, kimi de aklın şimdi mi başına geldi demiş. (Herkes kadar sıkıntılı ilişkileri de var Remzi’nin. ) Birkaç dakika evi gezmiş, acaba birileri var da gitmemi mi istiyorlar diye, sonra da belki bana bir ihtiyacı olan vardır, Muzaffer yan odada felç geçirdi belki (kendisi adı gibi Muzaffer bir kişiliğe de sahiptir ama kimin ne zaman yardıma ihtiyacı olacağı bilinmez) yardıma ihtiyacı vardır falan diye düşüncelere dalmış, kafasında meşrulaştırmış onun bunun odasına girme eylemini. O oda senin bu oda benim derken dış kapıyı açmış çıkmış evden.
Bir müddet sokakta dolaştıktan sonra telefonu çalmış bizimkinin, Muzaffer yazıyor ekranda, ne hali varsa görsün hıyar diye düşünmüş ismi görür görmez. Yardım edeceğim zaman ortalıkta bulunmaz şimdi beni arıyor diye de kızmış üstüne. Telefonu meşgule atmış ki o sıra Muzaffere kızmakla meşgul olduğu da herkes tarafından kabul edilebilecek bir gerçek. Sonra o sinirle eve geldi, yarım saat bana yaşadıklarını anlattı, o anlatırken ben de not tuttum. 


Akrabalara selamlar, umarım havalar iyidir. Yazarın ellerinden, oynayanların gözlerinden öperim. 

9 Mart 2014 Pazar

Kim'in Oyunu

Bir sabah, büyük bir oyun bahçesinde uyandım
Yağmur yağıyor komutanım dedim
Makyajınız akıcak.
-yüzyılların yüceltilmiş renksizliği,
Ama orada inadına açıyor disipline olmuş çiçek.
Burada günün sarışın vakti düşülüyor tutanaklara,
Orada bir çiçek diyorlar, inadına...
Oysa göğsümde eskidikçe değer kaybeden aşk çoçukları
Nehrin güzelliğinden olsa gerek
Biriktiriliyor kıyısına kibir
Yatağımın altında ki tanrı
Saklanacakmış daha, korkma yağmur diyorum.
Makyajımız diyor.

-Toprak doyana kadar kana
Omzumdan ağlamaklı insanlar geçecek.-