Çoğunlukla sıradanlık. Bazen -lojik saçmalamalar, bazen cakacılık. Bir grup hilkatsizin anlamsız birlikteliği. Büyük ölçüde müşterek bir ilişki ama iç sesler de var. Bir de apartman var. Kediler, köpekler, böcekler ve periler var. Kolektif bir halet-i ruhiye...
31 Ağustos 2011 Çarşamba
İşin Sırrı Kovalamakta Değil Yakalamaktaymış Meğer
28 Ağustos 2011 Pazar
Ben İçeri Düştüğümden Beri...
25 Ağustos 2011 Perşembe
"Beni Büyütün, Ağlatmayın, Sevginiz Nerede Övündüğünüz?"
Dost; Orda, Senin Olmadığın Yerdedir Mutluluk
Öğlen vaktine yakın, bir dosttan sitem duymak.. Bir başka dosta güvendiğin için, bir başkası ile sıkıntı yaşamak.. Tam olarak bu durumda, olasılıkların her birini tekrar gözden geçirirken, kendine sayfalarca kızmıyorsan, tahtakurusu kadar aklın yok demektir. Yine mi oyundan atıldık ulan, yine mi sıramız yandı ?
“Bentham Amca, Dost Dost Diye Nicesine Sarıldım”
Aslında, en başta, dost diye kategorize ederken sıkıntı içine atarsın kendini. “Dost” diye kime derler? Sanırım dost denilen canlı organizma, istihbaratçılık yapmaz. Çok basit; sen ona güvenirsin, o da sana güvenir. Eğer birisi ile bir “şey”, bir “durum” ya da bir dilim “pasta” paylaşıyorsan, ve bunun gizli kalmasını istiyorsan, ve çok olağan bir biçimde bu mevzu gizli kalmıyorsa, sıkıntı yaşadığınıza kimse şaşırmaz. Sonra oturulur uzun uzun sabıkalardan bahsedilir, “ oğlum var ya sen bana bunu ilk defa yapmıyorsun” denir. İleri gidenlerin olduğu da görülmüştür; “gerçekten adam değilmişsin, bir siktir git demek istiyorum.” Örnekler uzatılabilir. Her şey masanın üzerine konur. İmajlar oluşturulur, ve artık hegemonik güç imajlardır.
İmaj mevzusu çok basit aslında. İmaj, kendimizi süblime ederek ve başkalarını sümüklü böcek yerine koyarak, işimize geldiği cinsten görmek için ve çoğu durumda karşıdakinin hissiyatını atlayarak, militan bir biçimde liberalize olmak demektir. Bu dünyada her şey görececiliğin ağına takılıp kalmıştır; “Sana göre böyle ama bana göre de böyle!” Ben sana böyle davranıyorum, sen de bana böyle davran lütfen, yoksa gerçekten akrabalığımıza zeval gelebilir. Herkesler, kendi özel alanını mülkleştirir. Burada dostluk duvarının giriş kapısına tam olarak şu dört kelime yazılmıştır; “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ve Bentham.”
Liberal-Ülkücü; Duruyordun Dostunun Karşısında
Aslında Benthamcılık, tam olarak burada işimize yarayabilir. Çağının önde gelenlerinin kitaplarından topladıkları ile faydacılık denilen yaklaşımı oluşturan Bentham, aslında annesinin memesini emerken bile fayda maksimizasyonu peşinde koşuyordu. Ama sanırım o bile işin bu kadar vahim noktalara gelebileceğini düşünmemişti. Sonuçta, yazdığı kitap, parti çıkarları için ideal dozdaydı, nerden bilsindi o buradaki ilkeler hepimizin hayatında “tarihsel olanın zorunlu baskısına” dönüşecek? Kuşku yok ki Bentham düşünemedi diye bu halde değiliz. İnsan pratik bir varlıktır, kurduğu ilişkiler de öyle. Bunu bilirsin bilmesine lakin hayatındaki en önemsiz ayrıntıların bile fetişleşmesini engelleyemezsin, zavallı dostum!! Sadece elinde silahın yoktur, kapında sürgün. Ve her birey, kendini meşrulaştıracak mutlak kavramlar arar durur. Hapsolduğu dünyada kimse kimse için var değildir; kamusal olan her şey, verimlilik ve hedonizme dayanıyorsa, kabul görür. Amaç ne kadar da basittir artık; her şey aynıdır. Fayda getirdiği kadardır. Gerisi, yalandır.
Aşırı şematize ettiğimin farkındayım. Arkadaşlar olarak çok zor bir dönemden geçtiğimizi de biliyorum. Ama el ele verirsek ancak, mutlu mesut günleri bizimle olacaktır, diye düşünüyorum. Bugüne kadar el ele verdiğimizde neleri aştığımızı, cümle aleme gösterdik zaten. Onlar bilmez, onlar bilmez, yakarlar canımızı. “Ama ancak laneti hırsla tırpanlayamamak koyuyor insana”, değil mi sevgili dostlar?
24 Ağustos 2011 Çarşamba
Biz hala cephedeyiz...
23 Ağustos 2011 Salı
Röveşata Sevdası
18 Ağustos 2011 Perşembe
Dün sahilde gördüğüm sarışın kıza
17 Ağustos 2011 Çarşamba
bilirkişinin dikkatine
16 Ağustos 2011 Salı
klavye üzerinde emeklerken...
Çeşmeköy Günlükleri
15 Ağustos 2011 Pazartesi
sıcak altında kalmamalı!
dudaklar buluşmalı, eller ayrılmalıdır
bir gecenin sessizliği
bozulmalı!
masum bir bakışın gizlendiği
'şimdi'
yaşanmalı.
hayır!!!
sıkıldım -malı,-meli ile biten cümle kurmaktan,
ne sana ne de bir başkasına öğüt verecek
ahkam kesecek
hayatı nasıl yaşaması gerektiğini söyleyecek
durumda değilim.
öyleyse betimle-meli mi?
yaşanacak, okunacak, yapılacak olanı...
veyahut yazma-malı mı?
sevişilecek, oturulacak, kalkılacak olanı...
seslen, haykır, atla köprüden,
kimsin de!!!
ama bana olanı, olacağı gösterme.
hey! emir cümleleri kurma-malısın,
hayatını hayatlara benzetme çabanı
benzeştirme.
nasıl?
yazma mesela,
yaşama mesela,
konuşma ve sevişme,
itaat et-meli
memeleri ört-meli...
Ört!
-meli!
Yasakla-malı
kapat-malı
düşün-memeli
insan
görmeli...
dövüşmeli!!!
dövüş-memeli!!!
dönüş-tür-meli...
betimle-memeli...
11 Ağustos 2011 Perşembe
"...yaşamak, orospu ve Tanrılar büyüktür."
Portekiz çıkışlı ünlü edebiyatçı Fernando Pessoa, “İnsanlara ızdırap veren dertlerle, Tanrılara ızdırap veren dertler aynıdır” demiş.
I
Kabul edelim ki cümle, etkileyici. Ama onu bizim eleştirel ellerimizden kurtaracak kadar mı? Çok kesin bir biçimde, hayır. İlk elden, şunu söylemek lazım; İnsan, fiziksel olarak, kendi derisinin altına sıkışıp kalmış bir varlıktır. Çoğu zaman, aynı derinin altında debelenip durmaktan sıkıldığını bile farketmeden yaşar. Çaresizdir. Buna karşın Tanrılar (ah o çılgın oğlanlar!) tam olarak, gökyüzünde çok geniş bir yer kaplarlar. Ve pagan dinlerinde helvadan ve tahtadan yapılan Tanrı’lar dışında, hiç kimse herhangi bir Tanrı’nın deri altına sıkışıp kaldığını bilmiyordur, sanırım. Ve böyle düşünmek, Tanrıları küçümsemek olurdu ki, hiçbirimiz onların gazabını istemeyiz.
II
İkinci olarak, şu da var; Deri-altı dünyayının karanlık bölgelerini oluşturan atomlar, herhangi bir maddi cisim gibi (örneğin sandalye) içi boş ve anlamsız bir iç yaşantıya izin verecek türden değillerdir. Misal: Sandalye ve İnsan; her ikisi de atomlardan oluşur. İnsan acı, haz, korku türünden duygulara sahipken, sandalye tek işlevli bir nesnedir ve Mel Gibson’ın üzerine oturmasından korkmaz ya da bu durum onun gelecekle ilgili umutsuzluğa kapılmasına yol açmaz. Sandalyeler ve İnsanlar’dan farklı olarak, yine, Tanrılar’ın bir iç yaşantısı olup olmadığını bilmiyoruz. ( Bu arada söylemeden geçemeyeceğim; dini bütün bir müslüman olarak Allah’ın varlığına inanıyorum; Yalnız mevzu Tanrı’lara gelince kendi adıma sıkıntılar yaşadığımı söylemeden geçemeyeceğim.)
III
Üçüncüsü, insan, aynı zamanda, gündelik bir biçimde kendisini yeniden üretmek zorunda olan bir varlıktır. Bu onu gündelik zorunlulukların, bir başka deyişle özgür olmama hallerinin ortasına yerleştirir. Kadınlar ve erkeklerin, deri-altı dünyalarını yeniden üretmeleri olgusu, özgürlük sorununun neden bedensel olandan yola çıkması gerektiğini gayet net bir biçimde açıklar. Tanrı’ların bedensel ihtiyaçları olduğunu Sağ Hegelciler bile iddia etmemiştir ki onların dinsel olana ne kadar düşkün olduklarını herkes bilir. Her türlü felsefi kategoriyi “Oh my sweet god, please set me free” düsturu ile ele alıp Almanya’nın tarihsel geri-kalmışlığını idare etmeye çabalarlar iken bile durum hiç değişmemişti.
IV
Her neyse, Tanrılar’ı İnsanlar’dan ayıran tüm özellikleri burda uzun uzadıya anlatmaya gücüm yok. İnsanlar’a ızdırap veren dertler ile Tanrılar’ı ızdıraba yönelten dertlerin aynı olduğu, sorgusuz sualsiz ancak panteistler tarafından kabul edilebilir belkide. Çünkü onlara kalırsa, Tanrı(lar) herşeydedir; Klozetin sifonunda, bacalarda, Passaje Barda vb. Bu, Tanrılar’ın Ümraniye çöplüğü civarında yaşadığını söylemek ama aynı zamanda da Paris’in arka sokaklarında kağıt toplayarak geçindiklerini söylemek ile birdir. Eğer Panteistler haklıysa, içine pislediğim klozetin Tanrılar’dan bir parça olabileceği ihtimali beni hiç korkutmuyor. Çünkü, sosyologlar apartmanında yaşayan her dini bütün müslümanın düşündüğü gibi, Tanrılar büyük orospu çocuklarıdır.
6 Ağustos 2011 Cumartesi
UM-RAF
5 Ağustos 2011 Cuma
Yazma artık muharrir!
2 Ağustos 2011 Salı
bu blog'ta yazılmış en iyi yazı "donuk adam sendromu" adlı yazıdır. Yazarından çok etkilendiğimi ifade etmeden geçemeyeceğim.
Ev Hali
Halit: N’oluyor lan, ne bağırıyorsun akşam akşam?
Yasin: Tanrıyla konuşuyorum.
Halit: Git başka yerde konuş, kafamızı siktin!