31 Ağustos 2011 Çarşamba

İşin Sırrı Kovalamakta Değil Yakalamaktaymış Meğer

Üst Bilgi: Okumaya başalamdan önce az aşağıdaki videoyu tıklamanız önerilir.



Esbjörn Svensson 14 Haziran 2008 günü, sualtı dalışı esnasında öldü. Kartalların 40 yaşına ulaştıklarında, hayatlarına devam edebilmek için, evrimleşmek ve yenilenmek için gaga ve tırnaklarını sancılı bir uğraştan sonra, taşlara vura vura çıkarttıkları ve aylarca süren bu ıstıraplı süreci atlatıp yeni hayatlarını yenilenmiş formlarıyla devam ettikleri sürenin üzerinden henüz 3-4 yıl gibi bir süre geçtiğinde ölmeleri ne kadar elim ise, Esbjörn’ün öldüğünü duymak benim için bir o kadar üzücü oldu.
Esbjörn Svensson Trio adlı İsveçli bu grupla ilk tanışmam 2004 yazında Strange Place For Snow albümüyle oldu. Albümün 5. sıradaki Bound For The Beauty Of The South parçasına deli divane aşık olduğumu çok iyi hatırlıyorum. Ve ne yalan söyleyeyim bu aşk hala küllenmiş değildir. Sanatta, modanın gelip geçiciliğine prim vermeyen ve her daim güncel ve geçerli olabilme özelliği taşıyan eserlere klasik denir ya evet kesinlikle bir klasik! Hatta anlatmakla boşa yorulmayayım, ikram edeyim siz de biraz tadına bakın. Yıllanmış iyi kalite şarabın bir yudum tadına bakarsınız da ağzınızda buruk bir tad, kadifemsi bir doku ve soft bir his bırakır, farzedin bu nazik ziyaretinizi kaliteli bir kadeh kırmızı şarapla taçladırayım ve artık hikayeme  giriş yapayım.




Yıl 2006, istihbaratıma göre Esbjörn Svensson Trio Odtü’de bir konser verecekmiş. Hemen eşe dosta haber saldım: “hadi gidelim!” Cık.. kimse gelmek istemiyor. “Eh n’apalım tek başına gideyim bende.” Kimse gelmek istemiyor diye bu fırsatı değerlendirmeyecek değildim herhalde. Nitekim gittim. Salon ağzına kadar jazz severlerle dolu. Amfivari koca salon birden karanlığa büründü ve bunu sessizlik takip etti. Bütün kafalar –ki bu sadece bir tahmin- sahnenin olduğu yöne çevrili vaziyette paketten ne çıkacak diye kımıltısız bir şekilde bekliyor. Sahne ışıklarının şahane olduğuna kanaat getirdiğim renkli ışıklar triomuzun üstünde parladığı anda müzik de başladı. Gözlerim ve kulaklarım şenlik havasıyla eğleşirken, huzurlu bir nefes alarak arkama yaslandım. Birkaç parça sonrasında yine en sevdiğim parçalardan biri olan Serenade For The Renegade’yi çalmaya başladılar. Işıkların ahengiyle parça öyle büyülü bir havaya büründü ki, bu anı ölümsüzleştirme hissi dürtmeye başladı. Duyarlı vatandaş olma kaygısıyla, o zaman için epey paraya aldığım yüksek megapixell’i telefonumu kapattığım için çaktırmadan çantamdan çıkararak, çaktırmadan açma teşebbüsünde bulundum. Keza telefonun öyle afili açılma stili vardı ki, kendi çapında bir bilgisayar edasıyla bir türlü açılamadığı gibi, ışıl ışıl ortalığı aydınlatması da cabasıydı. Sesinin titreşimlerinden tipik Ankara kuralcılığı yayınlan ciddi ve mesafeli hanımefendinin uyarısıyla telefonu ışığı kaybolacak kadar sakladım. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra, açılmış olması ümidiyle tekrar kaldırdığımda ikinci uyarı beni o an için oldukça sarstı ve hayal kırıklığıyla telefonumu kapatıp kızgınlıkla arkama yaslanıp kendimi müziğe vermeye çalıştım bir süre. Yaklaşık bir saatin sonunda konser bittiğinde, burukluğumu atlatmış evimin yolunu tutmuştum. Hayatım boyunca gittiğim en keyifli iki konserden biriydi. İyi ki gitmişim hissiyle gururlanırken o anı kaçırmış olmanın verdiği pişmanlığın ağırlığını hep hissedeceğimi henüz bilmiyordum.
Yıl 2008, istihbaratıma göre Esbjörn Svesson ölmüş. Bu olayın ardından –tabii o süreçte içinde bulunduğum halet-i ruhiyeyi de hesaba katarsak kendimce bir takım kararlar aldım. Şimdi aynı durumla karşı karşıya kalsam omzumu dürten kişiye “vakit varken tomurcukları topla, bugün gülümseyen bu çiçek yarın soluyor olabilir” derdim.

28 Ağustos 2011 Pazar

Ben İçeri Düştüğümden Beri...

Ben yazmayalı güneşin etrafında kaç kere döndü dünya bilmiyorum. Ama döndü, dönmeseydi fark ederdik... Ama ben onlarla konuşmadığımdan beri dönen kimler var bilmiyorum, çok insan harcadı bu apartman. "Keep in touch" der ya ecnebiler, ya da biz irtibatı koparmayalım deriz, kopmuş işte amk bilmiyorum. Sağa dönen, sola dönen, kendi etrafında dönen, arkasını dönen, güneşe dönen, kıbleye dönen, 80'lere dönen, geleceğe dönen, her gördüğüne dönen, sadece sevdiğine dönen, gücün etrafında dönen, güç içinde dönen, yurduna dönen, aşkına dönen, gerisin geri dönen, geri dön diyen, sana dönmem diyen... Sene 2007, Konya Sosyoloji Günleri'ndeyiz, Bandini'nin padawanlarından biri bana yaklaştı dedi ki (ismi lazım değil kısaca F.) "yan odada neler dönüyor bilmedikten sonra neyleyim bu bilmi?" arkadaş isterse g.tüne sokabilir tasarruf zatına ait, ama fırtınaya odaklanmaktan -odaklanırmış gibi yapmaktan- kanat çırpan binlerce kelebeğin sadece tırtıl hallerini hatırlıyoruz. Sonra bakıyoruz "adam/kelebek" olmuşlar bir silkiniyoruz, ezebileceğimiz statüyü aşmışlar ya "vallaha bravo" diyoruz. Doğamız gereği kelebeklerle işimiz yok! Tırtılları seviyoruz. Fazla egoistiz, apartmanın harcına 1/4 su 1/4 çimento 1/2 ego katmışlar, ustalara sordum onayladılar...

Jean-Pierre Jeunet'nin Delicatessen diye bir filmi var bilen bilir, apartmana biri gelmeye görsün... Keser yeriz, önce paylaşırız, sonra paslaşırız, pas tutanlara da bir lokma veririz hani... Yaşlılara saygımız var, etiğiz vesselam.

İlk sırayla işimiz olmaz, en az ikinciliği kabul edecek maktul, dedim ya kelebeklerle işimiz yok. Ziyadesiyle dedikodu da bu işin cilvesi. Bazen delinin biri bir sallar tak diye çözer olayı "sen bunla..." der, o an kahkaha atarız göt korkumuz ağzımızdan çıkar, gülmemiz geçince nazikçe tersleriz "yok canım saçmalama". Zaten "canım" demek nezaketini birine gösterdiysek bilin ki durum vahim...

Apartman sakinleri hayatlarına devam ederken, çok tırtıl kelebek oldu... Dünya bilmem kaç kere güneşin etrafında döndü, ama biz hâlâ tırtıllarlayız, kelebeklere de saygımız sonsuz.

25 Ağustos 2011 Perşembe

"Beni Büyütün, Ağlatmayın, Sevginiz Nerede Övündüğünüz?"

Dost; Orda, Senin Olmadığın Yerdedir Mutluluk

Öğlen vaktine yakın, bir dosttan sitem duymak.. Bir başka dosta güvendiğin için, bir başkası ile sıkıntı yaşamak.. Tam olarak bu durumda, olasılıkların her birini tekrar gözden geçirirken, kendine sayfalarca kızmıyorsan, tahtakurusu kadar aklın yok demektir. Yine mi oyundan atıldık ulan, yine mi sıramız yandı ?

“Bentham Amca, Dost Dost Diye Nicesine Sarıldım”

Aslında, en başta, dost diye kategorize ederken sıkıntı içine atarsın kendini. “Dost” diye kime derler? Sanırım dost denilen canlı organizma, istihbaratçılık yapmaz. Çok basit; sen ona güvenirsin, o da sana güvenir. Eğer birisi ile bir “şey”, bir “durum” ya da bir dilim “pasta” paylaşıyorsan, ve bunun gizli kalmasını istiyorsan, ve çok olağan bir biçimde bu mevzu gizli kalmıyorsa, sıkıntı yaşadığınıza kimse şaşırmaz. Sonra oturulur uzun uzun sabıkalardan bahsedilir, “ oğlum var ya sen bana bunu ilk defa yapmıyorsun” denir. İleri gidenlerin olduğu da görülmüştür; “gerçekten adam değilmişsin, bir siktir git demek istiyorum.” Örnekler uzatılabilir. Her şey masanın üzerine konur. İmajlar oluşturulur, ve artık hegemonik güç imajlardır.

İmaj mevzusu çok basit aslında. İmaj, kendimizi süblime ederek ve başkalarını sümüklü böcek yerine koyarak, işimize geldiği cinsten görmek için ve çoğu durumda karşıdakinin hissiyatını atlayarak, militan bir biçimde liberalize olmak demektir. Bu dünyada her şey görececiliğin ağına takılıp kalmıştır; “Sana göre böyle ama bana göre de böyle!” Ben sana böyle davranıyorum, sen de bana böyle davran lütfen, yoksa gerçekten akrabalığımıza zeval gelebilir. Herkesler, kendi özel alanını mülkleştirir. Burada dostluk duvarının giriş kapısına tam olarak şu dört kelime yazılmıştır; “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ve Bentham.”

Liberal-Ülkücü; Duruyordun Dostunun Karşısında

Aslında Benthamcılık, tam olarak burada işimize yarayabilir. Çağının önde gelenlerinin kitaplarından topladıkları ile faydacılık denilen yaklaşımı oluşturan Bentham, aslında annesinin memesini emerken bile fayda maksimizasyonu peşinde koşuyordu. Ama sanırım o bile işin bu kadar vahim noktalara gelebileceğini düşünmemişti. Sonuçta, yazdığı kitap, parti çıkarları için ideal dozdaydı, nerden bilsindi o buradaki ilkeler hepimizin hayatında “tarihsel olanın zorunlu baskısına” dönüşecek? Kuşku yok ki Bentham düşünemedi diye bu halde değiliz. İnsan pratik bir varlıktır, kurduğu ilişkiler de öyle. Bunu bilirsin bilmesine lakin hayatındaki en önemsiz ayrıntıların bile fetişleşmesini engelleyemezsin, zavallı dostum!! Sadece elinde silahın yoktur, kapında sürgün. Ve her birey, kendini meşrulaştıracak mutlak kavramlar arar durur. Hapsolduğu dünyada kimse kimse için var değildir; kamusal olan her şey, verimlilik ve hedonizme dayanıyorsa, kabul görür. Amaç ne kadar da basittir artık; her şey aynıdır. Fayda getirdiği kadardır. Gerisi, yalandır.

Aşırı şematize ettiğimin farkındayım. Arkadaşlar olarak çok zor bir dönemden geçtiğimizi de biliyorum. Ama el ele verirsek ancak, mutlu mesut günleri bizimle olacaktır, diye düşünüyorum. Bugüne kadar el ele verdiğimizde neleri aştığımızı, cümle aleme gösterdik zaten. Onlar bilmez, onlar bilmez, yakarlar canımızı. “Ama ancak laneti hırsla tırpanlayamamak koyuyor insana”, değil mi sevgili dostlar?

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Biz hala cephedeyiz...

Geçen gece, bir barda, kendimi insanlara fark ettirme çabası içinde dördüncü biramı içiyordum. Bütün varlığımla sohbet etmek ve eğlenmek istememin tek nedeni, bara yalnız gitmiş olmamdı. Ankara'da dışarı çıkmış olsaydım, beni yalnız bırakmak istemeyen dostlarımla çıkardım. Ve dibine vururduk alkolün, fark edilme ihtiyacına gerek kalmadan. Fark edilme isteği içimde büyürken, aklımdan Ankara'da onlarla birlikte olma isteği gittikçe büyüyordu ki, birden dikkatimi içeri giren 8 kişilik bir grup çekti. Bardaki bütün kişilerin dikkatlerini çektiği gibi, çekmişlerdi dikkatimi. Kameranın ışığı ve fotoğraf makinelerinin flaşları olmasaydı fark etmeyecektim belki de.
Telefonumu cebimden çıkararak, doğrusorularısoramayanadam'a mesaj çektim;
-onlar ve bizim aramızdaki tek fark, onların rolleriyle tanınması. Ha birde aklıma gelmişken, ben ve onlar arasındaki fark onların geçtikleri yerde adlarını bırakması.
doğrusorularısoramayanadam'dan gelen cevap manidardı:
-biz hala cephedeyiz. Yanımda Arturo Bandini var.
Evet biz hala cephedeydik,
ve bir kez daha uyanmak için uyumalıydık.
Nasıl bir dünyaya uyanacağımız bizim elimizdeydi.

23 Ağustos 2011 Salı

Röveşata Sevdası


Futbol tanrısı kramponunu ayağından düşürdüğünde yeryüzünde bir heyula dolaşmaya başladı; röveşata! Futbolun en muhteşem, en zor, en estetik, en az görülen ve en insanüstü hareketi…
Tarihte ilk defa bu hareketi Ramon Unzaga isimli bir İspanyol futbolcunun Şili’de yaptığı söylenir. Bu nedenle bir dönem “Şilili” (Chilena) olarak anılmış hareketin Avrupa’da “bisiklet vuruşu” (bicycle kick), “makaslama vuruşu” (scissor kick) ve “geri tepme” (reverse shoot) gibi isimleri olmuştur. Bizim dilimizde kullanılan “röveşata” (rovesciata) İtalyancadan gelir.
Futbol tarihinde en fazla röveşata çekmiş futbolcu yine Şili’den David Alfonso Arellano Moraga’dır. Fakat bu hareketin yeterli popülerliği kazanması 1960’larda Pele sayesinde olmuş ve bu nedenle röveşata her ne kadar Şili kökenli olsa da Brezilya patentiyle anılır olmuştur. Türkiye’de ise ilk röveşataları mahalli ligler zamanında Süleymaniye formasıyla 20 maçta 108 gol atan Balerin Sabri’nin çektiği anlatılsa da “röveşata” denildiğinde akla gelen isim şüphesiz Tanju Çolak’tır.
Röveşatanın anlamı göründüğünden daha derindir: Çoğunlukla gereksiz olduğu düşünülse de bu hareket yerinde ve zamanında yapıldığında en alakasız pasları gole çevirmeye yarayan tek vuruş stilini ortaya çıkarır. Bu bakımdan röveşata yetenekli olmaktır. “Ben bu işi biliyorum” demenin özetidir. Fakat daha önemlisi bu hareket birçok durumda bir güç gösterisidir. Bir röveşata denemesi başarısız olduğunda dahi seyircileri etkilemek ve karşı takımın oyuncularını korkutmak için yeterlidir. Röveşata çeken futbolcu herkesi etkisi altına alabilir. Dahası, röveşata bir isyandır. Göğüs kontrolünün ardından basit bir plaseyle ağlara yollanacak pası röveşata aşkına kaçıran futbolcunun arenada isyan eden Spartaküs’le arke-psişik bir bağı vardır. Bunun kefareti genellikle antrenörün küfürleri eşliğinde yedek kulübesine yol almaktır. En önemlisi de şudur ki röveşata -cenin pozisyonuna en yakın vuruş stili- [yine] bir ana rahmine dönüş çabasıdır. Bir futbolcu başarılı bir röveşatanın ardından yerden kalktığında yeniden doğmuş, bütün başarısızlıklarını unutturmuştur.
Röveşata çekebilmenin birtakım incelikleri vardır: Öncelikle acıdan korkmamak gerekir. Çünkü röveşata acıyı gerektirir, yere düşmeyi ve kalkmayı öğretir. Yine de çok zarar görmemek için röveşata denemesinin ardından yere düşerken ellerinden destek alarak yavaşlamaya dikkat etmek gerekir. Aksi durumda herhangi bir röveşata denemesi, futbolcunun boynunun kırılmasına dahi neden olabilir. Bununla beraber başarılı bir röveşatanın yegâne sırrı havada sırtüstü dönen gövdenin tam topa vuruş anında yere paralel olmasıdır. Bu, vuruşun ardından topun düzgün ve hızlı gitmesini sağlayan şeydir. Sert bir vuruş için ayrıca sıçradığın ayağınla topa vurmak gerekir. Fakat hepsinden önemlisi, her bir röveşata girişiminin madara olmak, sakatlanmak, saçmalamak v.s. gibi belirli riskleri göze almayı gerektirmesidir. Bu yüzden röveşata çekmek kumar oynamak gibidir, yani kazancı da kaybı da büyük olacaktır.
İlginçtir röveşata... Hiç röveşata çekmeden ölen futbolcular olduğu gibi çok iyi röveşata çektiği halde futbolcu olamayanlar vardır mesela.
Peki, adına “röveşata” dedikleri bu futbol hareketi insanın hayatını ne kadar etkileyebilir? Anlatayım:
Çocukken bir mahalle maçı esnasında solak olduğumu ve röveşata çekebildiğimi fark eden Eşref Hoca’nın elimden tutup beni kulübe götürmesiyle hayatıma giren futbol, ergenlik dönemlerimde kolay bir sınıf atlama yolu olarak fazlasıyla cazip bir hal almıştı. Planım hemen futbolcu olup iyi para kazanmak ve annemin borçlarını ödemekti. Fakat ciddi bir sorunum vardı. Uzun saçlı olmam ve okur-yazar takılmam yetmezmiş gibi her maçta üst üste giriştiğim röveşata denemeleri de insanlara anlamsız geldiği için bir futbol ucubesi olarak “artist Yaso” diye yaftandım. Gittiğim hiçbir takımda diğer oyuncular (hiçbirisi röveşata çekemiyordu ve hiçbirinin babası saçlarını uzatmasına izin vermiyordu) ve antrenörler beni sevmedi. Öyle ki B Genç Ligi’nde oynadığım 1999 yılında, yalnızca bir sezon içerisinde 6 farklı takımda yer alarak rekor kırdım. En son orta sıralarda yer alan D.spor’da da tutunamayınca usturuplu hiçbir takım beni kabul etmedi. Ben de çareyi ligin son sırasında bulunan S.spor’a lisansımı teslim etmekte buldum. Tamamı sanayi kalfalarından oluşan bu takımda da tutunamazsam halim haraptı.
Soyunma odasına ilk girdiğimde karşılaştığım şey yine bir grup yarı çıplak abazanın “vay artist Yaso buraya gelmiş”, “sen git kızlarla ip atla”, “artist misin oğlum sen” gibi sataşmalarıydı. Neyse ki ilk antrenman maçında attığım röveşata golüyle hepsinin çenesini kapadım. Antrenör de fena adam değildi aslında, en azından öncekilere nispeten anlayışlıydı. Sonraki birkaç hafta boyunca çıktığım maçlarda ortalamanın üzerinde bir oyun sergiledim. Fakat eninde sonunda bu takımdaki antrenörün de ilgisini çeken şey attığım gollerden çok maçlarda röveşata denemeleriyle harcadığım pozisyonlar oldu.
—Artist misin oğlum sen? Harcadın güzelim topu!
O hafta en çok oynamak istediğim maça sıra gelmişti. Büyük bir kavgayla ayrıldığım [atıldığım] eski takımım D.spor’a karşı oynayacaktık ve benim muhakkak gol atmam lazımdı. Antrenör maçtan önce beni kenara çekip “bu senin son şansın” dedi. “Artistlik yaparsan atarım takımdan”. Çaresiz kafa salladım. “Söz veriyorum hocam” dedim, “röveşata yok, gol var”. Kırmızı bandanamla saçımı tutturup maça çıktım. Hakem yine maç başlamadan kolyemi ve yüzüklerimi çıkarmamı istedi, mukavemet etmedim. O maçta çok mütevazi olmaya karar vermiştim.
Müsabakanın son 10 dakikasına girdiğimizde o aptal penaltıdan yediğimiz golle 1-0 yenik durumdaydık. Gol atmak için kendimi paralamış ama bir türlü becerememiştim. Eski takımımdaki hödükler de maç boyunca ettikleri küfürlerle iyiden iyiye asabımı bozmuştu. Ne yapacağımı bilemiyordum, kafam çok karışıktı ve sonunda o pozisyon geldi çattı. Sol açıktan ani bir deparla öne fırlayan İzzet sert ve kavisli bir orta yaptı. Kaleci topu yakalayamayıp boşa çıktığından bir anda altı pasın içerisinde boş bir kale ve kafamın yarım metre üstünden bana doğru gelen bir meşin topla baş başa kaldım. Böyle bir pozisyonu kaçırmam imkânsızdı, üfleyerek bile gol atabilirdim, her şey yolundaydı, maçı kurtaran adam olacaktım. Fakat daha fazlasını istiyordum. Tanrı olmak istiyordum, efsane olmak, yeniden iyi bir takıma gitmek, sonra daha iyisine, zengin olup annemin borçlarını ödemek, hemen futbolcu olup parayı kırmak… Her neyse. Olan oldu. Dayanamayıp röveşatayı patlattım.
—Benimle kafa yapan bütün hödüklere dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek adına!
Hakem bitiş düdüğünü çaldığında boş kaleye çektiğim röveşatayla direkten dönen topun ağırlığı üzerime çöktü. Yenilginin hesabını vermek üzere herkesin bakışları arasından soyunma odasına yürüyordum. Takımın malzemecisi Fikret abi yanıma yaklaştı. “Olmazsın oğlum sen, artist” dedi. “Sen ne anlarsın ki” diye tersledim adamı.
Takımdan atıldıktan kısa bir süre sonra eşyalarımı toparlamak için kulübe gittiğimde Fikret abi tek başına çamaşır yıkıyordu. Çantamı alıp sahanın kenarına çıktım. “Fikret abi be” dedim, “bir orta yapsana bana”. Sağ üstten gelen topa -o sıralar moda olan bok rengi CAT marka- botlarımla röveşatayı patlattım. Ayağa kalkıp “hoşçakal abi” dedim. Elini sıktım. İlginç bir ifadeyle baktı yüzüme. “Git mektebinle uğraş oğlum sen” dedi. Gittim. İdman saatlerim boşaldığından okuldan sonra çalışabileceğim bir lokantada iş buldum.

On iki sene geçtikten sonra bu yıl halı sahada maç yaptık. Son dakikalarda Özkan elli metrelik güzel bir degaj yapıp topu bana gönderdiğinde röveşata aşkım depreşti. Denedim. Top ayağıma oturmadığından komik bir şekilde dışarı çıktı. Sırtımdaki ağrıyı ve yine madara olduğumu düşünerek ayağa kalktığımda rakip takımdakiler dâhil herkesin bu girişimi alkışladığını fark ettim. Kimse “artist Yaso” diye dalga geçmedi. Kimse saçımı, sakalımı, kılığımı, artistliğimi ve en önemlisi beyhude röveşatalarımı hor görmüyordu. “Sorun bende değilmiş be” dedim kendi kendime. “Evet, röveşata sadece benim yaşam biçimimmiş”.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Dün sahilde gördüğüm sarışın kıza

Özür dilerim.
Seni ilk gördüğüm an "özel biri" olduğunu anlamıştım. Ama ne kadar "özel" olduğunu anlamam için aradan zaman geçmesi gerekti.
Nitekim insan karşısında ki insanın ne kadar "özel" olduğunu bilmezse, nasıl davranacağını da bilmiyor.

Özür dilerim çünkü seninle tanışma cesaretini gösterdikten sonra daha fazlasını yapmadım. Artık gideyim dedim. "Yarın görürüm" dedim, "o kadar da özel değil" dedim ve gittim.

Çok çekici değildin, öyle dayanılmaz bir caziben de yoktu. Öyle olsaydı, yani sen dayanılmaz bir güler yüze değil de beni çeken başka şeylere sahip olsaydın ben gelir miydim? Bilmiyorum.
Ama ben senden kaçarken el salladığında orada olmasaydım gece seni düşünmezdim.

Aslında ben başlamamış, temiz aşkımızı kirletmek istemedim. Sahi aşkımızın başlaması için sana ne kadar kirli duygular beslemeliyim? Bu kadar değer verebilir mi insan ilk görüşte? Sahi değer vermenin ölçüsü nedir? Yani ben senin yanına gelip konuşsaydım sen de diğerleri gibi mi olacaktın?

O kadar temizdi ki aşkım yanına geldiğimde ismini sormayı unuttum. Ya da ismini soramayacak kadar çok sevdim seni. Ama dün gece seni düşündüm. Gerçekten. Dün gece kafama takıldın ve ben hormonlarımdan uzaklaşmış bir vaziyette seni düşündüm.

Bir ara aklıma birinin söylediği bir şey geldi: "Bir kadını çok sevme, çok kadını az sev". Başka biri, "onun gibi yapma yani, benim gibi yap". Sahi ne yapıyordur onlar şimdi?

Her neyse, ben sana hikayemin, seninle ilgili olan kısmını anlatacağım.
Sen bana el salladıktan sonra, ben sana döndüm baktım, o sıra kalmayı çok istedim. Eve geldim, bir daha gitmemekle direndim.
Direndim, sabaha kadar.

Sabah erkenden yüzmeye -bahane- gittim. İlk seni gördüm sandım. Arkadan sarı saçlı bir kadın. Hemen bakmadım ama. O sıra Kartaca'daki paralı askerler Kartaca'nın namusuna göz dikmişti. Hannibal anlatıyordu, çocuktu. Babası gelip kurtardı Kartaca'yı.
İlk gelmiyorsun diye endişelendim. Sonra baktım sen "çirkin" bir kadın olmuşsun. Aslında çirkin olan sen değilsin, seni "çirkin" kadın sanan benim. Aslında kadın da "çirkin" değil. Sen değil sadece.

Sonra gün boyu seni aradım. Sahilde gezindim önce. "Herkes sana benzemişti". Sonra fark ettim. Ben aslında seni aramıyorum. Seni başkalarında arıyorum. Seni insanlara benzetmeye çalışıyorum. Nihayetinde sen yoksun. İlgisiz gözüküp eve döndüm. Tekrar gelirim dedim.

Söz verdim geldim. Akşam yemeğe geldim. Bunları yemekten dönünce yazıyorum. Yine yoktun. Seni gördüğüm yerde yoktun, ve biz tesadüf senin oturduğun masaya oturduk.

dostum, yoldaşım, hocam sordu: "yok mu senin kız?"
Boşaldım hemen: " yaa yok bulamadım bakındım ama yok nerede allah allah".
İlgisiz sordum sonra: "sahi abi dün burada oturan sarışın kız nerede?"

Güldü -bir daha o kadar nefret etmeyeceğim o çocuktan- "gitti oğlum o".
O KIZIN VOLVOSU VARDI OĞLUM. OTOMATİK VİTESLİ. SANA GÖRE DEĞİL.

Özür dilerim arkadaş. Biraz egoma biraz da korkuma yenik düştüm. bir şey paylaşmak değil derdim. Seni tanımak isterdim.
Not: Volvona rağmen.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

bilirkişinin dikkatine

geçen gece izlediğim filmin bir karesinde kadının göğsü şifrelenmişti, şu an izlediğim filmde sigaralar çiçekli, bir başka filmde sigara görüntüsü buğulu, geçenlerde izlediğim filmde bilir kişiler erotik olarak mimlediği sahneleri kesip -mesai bitiminde bu filmlerin kesilmiş sahnelerini izleyerek mastürbasyon yapıyorlar herhalde- yayına sürülmüş.

-arkadaş sigara öldürür, özendirmeyelim.
-birader, kadın göğsü müstehcendir göstermeyelim, azdırmayalım.
-dostum, argo/küfür gibi sözcüklerin olduğu sahnelerde "bip" sesini kullanalım.
-kan göründüğü zaman keselim, biçelim, şekillendirelim. gözükmüyormuş gibi olsun.
-Blaaaaa,bla, öğrtt,ıhhhhh....

yukarıdaki gerekçeler bir şekilde kabul edilebilir ki; ben kabul etmiyorum. Ancak bir bilir kişi olma-yarak soruyorum.

bütün filmlerdeki silahlar gözüküyor, derleniyor toplanıyor, silahların en ince ayrıntısı gösteriliyor, kullanılıyor, ateşleniyor, insan vuruyor.
E bu ne sikim iştir!!!

16 Ağustos 2011 Salı

klavye üzerinde emeklerken...

Rüya: Düş. Gerçekleşmesi mümkün olmayan durum. Gerçekleşmesi istenen, beklenen, umut.
Zihnimi tarıyorum sözlükteki anlamları aklımdan geçirerek, benim için HİÇ, KARANLIK, MUAMMA anlamlarını taşıyan bir sözcük oluyor. Uykuda bulunduğum zaman dilimi ve irkilerek uyandığım şimdi arasında başka bir anlamı kalmıyor. Neden? diye soruyorum kendime, neden rüya görmüyorum ve bu sözcük benim zihnimde bir anlama düş-müyor? Aslında bu cümle "rüya" kelimesinin anlamlarını içeriyor, fakat dili kullanabildiğim için mutlu etmiyor beni. -günün her anında mutsuzluk oluyor-. Rüya adında bir kadın tanımadığım için kendime kızıyorum. Kızgınım.. eğer tanımış olsaydım Rüya adında bir kadını, bu bu kelimenin bana hatırlatacağı 'bir an', 'bir organ', 'bir yaşam formu' olabileceğini düşünüyorum. Anımsayabilirdim mesela dik ve biçimli göğüsleri ya da araba ile giderken önüne çıkan bir yabancıyı öldüren kadını. Bu seferde bir sıkıntı yaşardım kendimce, bir kelimenin sözlük anlamının benim deneyimlerimle örtüşmeyebileceği gerçeğini farkederek, kitaplıktaki bütün sözlükleri yakabilirdim. Fakat bir çıkış değildir yok etmek. Yolda yürürken, kitap okurker, sevişirken, yemek yerken çevremde bulunanlardan biri bana hatırlatabilirdi, herkesin masa dendiğinde aklına düşüveren imgeyi. Bilmezlerdi bir masa ve insan arasındaki deneyimlerin ne anlama geldiğini. Ancak rahatlıkla söyleyebilirim ki, benimde içinde bulunduğumuz an içinde isteklerim ve umutlarım vardır elbet. Bu durumda, aslında, benimde 'rüya' dendiğinde aklıma düşüveren karamsar bir beklenti olduğu çelişkisi ortaya çıkar. Çelişkiler demişken hatırlatmak gerek, dünya yanmadan önce/biraz önce, herkes deneyimlerinin çelişkiler olduğunu görecektir.

Çeşmeköy Günlükleri


Δεν ελπίζω τίποτε,
Δεν φοβούμαι τίποτε,
Είμαι λεύτερος.

Burada bir köy var uzakta. Geldim gördüm, “bizim” değil bu köy, çocukların. Zihnimi ve bedenimi yağmalayan haramilerden kaçıp geldim buraya. Güzel bir köy, yeniden başlamak için güzel bir yer. Üstelik Galadriel ve Gandalf burada yaşıyor, padavanım Andy Dufrense de burada, beni bekliyor. Kaçık varoluşumu biraz ehlileştirmek istiyorum. İşe yarıyor.
İnsanlar güne erken başlıyor burada. Günün her anına özen göstererek yaşıyorlar. Sıkı çalışıyorlar. Sabah 08.00’de uyandığımda Ak Sakallı kızıyor, “öğleye kadar uyudun” diye takılıyor bana. Temiz hava, temiz su, sağlıklı yaşam filan var ve minimum alkol, minimum tütün, hiç sandviç… Her gün tavukların yokuşunu inip köy meydanından su dolduruyorum. Pai Mei’ye su taşıyan Beatriks Kiddo gibi düşlüyorum kendimi. Burada bir katarsis var, seziyorum. Varoluşumu ehlileştireceğim, biraz olsun değişmek istiyorum.
Deniz, en büyük kâbusum gibi. Suya girmek bir zorunluluk gibi geliyor. Ak Büyücü yüzme bilmiyor ama Galadriel’i yalnız bırakmaz o asla, köpükleri kuşanıp açılıyor. Ben her zamanki kadar sudan korkuyorum. Bunu aşmak istiyorum. Galadriel yanıma geliyor, “su sensin” diyor, “su ol”. Bir türlü içselleştiremiyorum bunu. Yine de etkili oluyor, padavanımın elinden tutup yüzmeye başlıyorum. “Ben suyum”.
Birazcık huzuru bulmuşken cep telefonuma düşen bir mesaj kaçıp geldiğim hiçliğin / piçliğin döndüğümde Ankara Otogarı’nda beni bekliyor olacağını hatırlatyor:
“Üç haftadır aramadın. Sadece sevişmek istediğinde arıyorsun. Hayvan!”
İster istemez hak veriyorum buna. Zat-ı muhterem neyse ki inatla inkâr ettiği gerçeği görmüş. Onun adına sevindim. Tabi ki yanıt vermeyeceğim. Bundan çok sıkıldım. Kıyametim olacak bu aşksız ilişkiler, biliyorum. Böyle bir noktaya geleceğimi hiç düşünmemiştim. Ama geldim işte. İlginç bir ruh hali. Bu halime en çok doğrusorularısoramayanadam tanıktır. Ona geçen hafta bahsetmiştim:
-Kadın kaprisi çekemem diye poli-amora sardırdım, ama şimdi de bir sürü kadının kaprisiyle aynı anda uğraşıyorum. Ne yapacağız be pampa?
 Edebiyata saklanıyorum yine tabi ki. Zweig’tan kaçıyorum. Biraz Henry Miller iyi geliyor. Yusuf Atılgan’ı asla sevemeyeceğimi fark ediyorum. Hatta Nick Cave’in yazarlığının şarkıcılığından daha başarılı olduğunu keşfediyorum. Bunny Munro ölürken oluyor bunlar. Ah Nikos! Şimdi yanımda olmalıydın.
Sonra bir anda çocuklar sarıyor etrafı. Önce beni hiç sevmiyorlar. “Papaz” diye sesleniyorlar bana. Umursamıyorum. Çocukluğum bana piçliğimi anımsatır hep, bu yüzden ben de çocukları sevmem zaten. Birbirimize somurtarak bakarken bir tanesi gelip “amca sen papazca biliyor musun” diye soruyor. Gülüyorum. Çok hoşuma gidiyor bu. Kadrini kıymetini unuttuğum bir şeyi hatırlıyorum; çocuk dehasını…
Çocuklar ve çocukluğum kol kola giriyor. Ay dedeye selam verip yola çıkıyoruz, sihirli papuçlarımız ayaklarımızda. Kötü kalpli büyücünün oyunlarına gelmeden şahlanıyoruz. Dağları tepeleri birer yılkı gibi aşıp, pirelerin berber develerin tellal olduğu, çeşmelerinden çikolata akan, bütün hayvanların konuştuğu, gökteki bulutların pamuk şeker olduğu, yağmur yerine şekerleme kar yerine dondurma yağan,  uslu olmak gerekmeyen, büyüklerin çocukları rüyalarından uyandırmadığı o ülkeye varıyoruz. Kılıçlarımızı kuşanıp masalların en güzel prensesini en azılı haydutun elinden kurtarıyoruz. En büyük ejderhanın karşısına çıkıp, en kıymetli hazineleri halka dağıtıyoruz. Görünmez oluyoruz, uçmayı öğreniyoruz, denize açılıp fersah fersah yol alıp deniz kızlarını korsanlardan kurtarıyoruz. Şarkılar söyleyip oyunlar oynuyoruz, sonra birden akşam ezanı okunuyor. Çocuklar yine azarlanma korkusuyla, anne şefkati ve baba otoritesinin iğrenç ahengiyle kurulan o lanet sofralara oturmak için evlerine gidiyor.
-Koşun çocuklar koşun! Bütün çocuklara bisiklet dağıtıyor Tanrı. Koşun! (Aslında bir Tanrı olmadığı gerçeğini kabullenene kadar en azından dua etmenin ve dilek dilemenin tadını çıkarın.)
Çocuklarda bulduğum şey çocukluğumdan arta kalanlar, biliyorum bunu. Tarihe bel hizasından baktığım zamanı anımsıyorum. Oldukça kısa sürüyor. Benim gibiler yahut “biz” için uzun sürmez zaten. Cehennem gibi bir çocukluğun ardından “şükür büyüdüm” dediğimiz günü hatırlarız hep. Benim için de öyle işte. Hüzünlenmek, mutlu olmak, eğlenmek, acı çekmek ya da hepsi birden.
-Çocuklaşma yine Cahit!
Haliyle kısa süren çocukluğu katlayıp cebime koyuyorum, masallara nispeten alkol, seks, politika ve parayı önemseyen bir züppe olarak Bodrum’a yol alıyorum. Camdan dışarı baktığımda gördüğüm manzara için önceden yaptığım bir tasvir aklıma geliyor. “Deniz yeşil elbisesini çıkaran mavi bir kadının teni gibi”. Ne kadar da erotik, demek ki büyümüşüz. Büyüyüp kurtulduğumuzu sanmışız. Ama hiçliğin de piçliğin de izleri öyle kolayca silinmiyor. Düşünüyorum, çıkış arıyorum, olmuyor. Piçlik baki. Misal çocukken sürekli “yetimhaneye tıkarız seni” diyerek verdikleri gözdağının yerini büyüyünce “seni hapishaneye tıkarız” tehditi almış. -Ki gelecekte bu da “tımarhaneye tıkarız seni” şeklini alacak. Hala illegaliz. Hala piçiz. Hala kralların lanetlediği çingeneleriz işte. Değişmiyor.


15 Ağustos 2011 Pazartesi

sıcak altında kalmamalı!

tanrının gözyaşı gerektir bronzlaşan tenime,
dudaklar buluşmalı, eller ayrılmalıdır
bir gecenin sessizliği
bozulmalı!

masum bir bakışın gizlendiği
'şimdi'
yaşanmalı.

hayır!!!
sıkıldım -malı,-meli ile biten cümle kurmaktan,
ne sana ne de bir başkasına öğüt verecek
ahkam kesecek
hayatı nasıl yaşaması gerektiğini söyleyecek
durumda değilim.

öyleyse betimle-meli mi?
yaşanacak, okunacak, yapılacak olanı...
veyahut yazma-malı mı?
sevişilecek, oturulacak, kalkılacak olanı...

seslen, haykır, atla köprüden,
kimsin de!!!
ama bana olanı, olacağı gösterme.

hey! emir cümleleri kurma-malısın,
hayatını hayatlara benzetme çabanı
benzeştirme.

nasıl?
yazma mesela,
yaşama mesela,
konuşma ve sevişme,
itaat et-meli
memeleri ört-meli...

Ört!
-meli!

Yasakla-malı
kapat-malı
düşün-memeli
insan
görmeli...

dövüşmeli!!!
dövüş-memeli!!!
dönüş-tür-meli...
betimle-memeli...

11 Ağustos 2011 Perşembe

"...yaşamak, orospu ve Tanrılar büyüktür."

Portekiz çıkışlı ünlü edebiyatçı Fernando Pessoa, “İnsanlara ızdırap veren dertlerle, Tanrılara ızdırap veren dertler aynıdır” demiş.

I

Kabul edelim ki cümle, etkileyici. Ama onu bizim eleştirel ellerimizden kurtaracak kadar mı? Çok kesin bir biçimde, hayır. İlk elden, şunu söylemek lazım; İnsan, fiziksel olarak, kendi derisinin altına sıkışıp kalmış bir varlıktır. Çoğu zaman, aynı derinin altında debelenip durmaktan sıkıldığını bile farketmeden yaşar. Çaresizdir. Buna karşın Tanrılar (ah o çılgın oğlanlar!) tam olarak, gökyüzünde çok geniş bir yer kaplarlar. Ve pagan dinlerinde helvadan ve tahtadan yapılan Tanrı’lar dışında, hiç kimse herhangi bir Tanrı’nın deri altına sıkışıp kaldığını bilmiyordur, sanırım. Ve böyle düşünmek, Tanrıları küçümsemek olurdu ki, hiçbirimiz onların gazabını istemeyiz.

II

İkinci olarak, şu da var; Deri-altı dünyayının karanlık bölgelerini oluşturan atomlar, herhangi bir maddi cisim gibi (örneğin sandalye) içi boş ve anlamsız bir iç yaşantıya izin verecek türden değillerdir. Misal: Sandalye ve İnsan; her ikisi de atomlardan oluşur. İnsan acı, haz, korku türünden duygulara sahipken, sandalye tek işlevli bir nesnedir ve Mel Gibson’ın üzerine oturmasından korkmaz ya da bu durum onun gelecekle ilgili umutsuzluğa kapılmasına yol açmaz. Sandalyeler ve İnsanlar’dan farklı olarak, yine, Tanrılar’ın bir iç yaşantısı olup olmadığını bilmiyoruz. ( Bu arada söylemeden geçemeyeceğim; dini bütün bir müslüman olarak Allah’ın varlığına inanıyorum; Yalnız mevzu Tanrı’lara gelince kendi adıma sıkıntılar yaşadığımı söylemeden geçemeyeceğim.)

III

Üçüncüsü, insan, aynı zamanda, gündelik bir biçimde kendisini yeniden üretmek zorunda olan bir varlıktır. Bu onu gündelik zorunlulukların, bir başka deyişle özgür olmama hallerinin ortasına yerleştirir. Kadınlar ve erkeklerin, deri-altı dünyalarını yeniden üretmeleri olgusu, özgürlük sorununun neden bedensel olandan yola çıkması gerektiğini gayet net bir biçimde açıklar. Tanrı’ların bedensel ihtiyaçları olduğunu Sağ Hegelciler bile iddia etmemiştir ki onların dinsel olana ne kadar düşkün olduklarını herkes bilir. Her türlü felsefi kategoriyi “Oh my sweet god, please set me free” düsturu ile ele alıp Almanya’nın tarihsel geri-kalmışlığını idare etmeye çabalarlar iken bile durum hiç değişmemişti.

IV

Her neyse, Tanrılar’ı İnsanlar’dan ayıran tüm özellikleri burda uzun uzadıya anlatmaya gücüm yok. İnsanlar’a ızdırap veren dertler ile Tanrılar’ı ızdıraba yönelten dertlerin aynı olduğu, sorgusuz sualsiz ancak panteistler tarafından kabul edilebilir belkide. Çünkü onlara kalırsa, Tanrı(lar) herşeydedir; Klozetin sifonunda, bacalarda, Passaje Barda vb. Bu, Tanrılar’ın Ümraniye çöplüğü civarında yaşadığını söylemek ama aynı zamanda da Paris’in arka sokaklarında kağıt toplayarak geçindiklerini söylemek ile birdir. Eğer Panteistler haklıysa, içine pislediğim klozetin Tanrılar’dan bir parça olabileceği ihtimali beni hiç korkutmuyor. Çünkü, sosyologlar apartmanında yaşayan her dini bütün müslümanın düşündüğü gibi, Tanrılar büyük orospu çocuklarıdır.

6 Ağustos 2011 Cumartesi


''Bir taş atılırsa, bu cezalandırılması gereken bir davranıştır; bin taş birden atılırsa bu politik bir eylemdir. Bir otomobil ateşe verilirse, bu cezalandırılması gereken bir davranıştır; yüzlerce otomobil ateşe verilirse, bu politik bireylemdir. Protesto, bana neyin yanlış geldiğini söylememdir; Direniş ise benim için yanlış olanın tekrar vuku bulmamasını sağlamamdır.''
UM-RAF

"ya sorunun bir parçasısın ya da çözümün... İkisinin arası yok"
Ulrike Meinhof




"adı: ulrike. soyadı: meinhof. cinsiyeti: kadın. yaşı: 41. mesleği: gazeteci. milliyeti: alman.
evet, evlendim. sezeryan doğumlu iki çocuğum var. evet, eşimden boşandım. bundan sonra 4 yıl boyunca modern bir devletin, modern bir cezaevine kapatıldım. suç? özel mülkiyete ve bunun korunmağı için yaptırılan ve yasalara ve sonuçta her şeyin mülkiyet hakkını sınırsızca genişleterek, patron haklarının gerçekleştirilmesine karşı saldırıda bulunmak. her şeyin: beynimizin, düşüncelerimizin, sözcüklerimizin, tavırlarımızın, duygularımızın, işlerimiz ve aşklarımızın, kısacası tüm yaşamımızın. hukuk devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkesi için eşittir. kadının özgürlük ve eşitliğim en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. size teşekkür ederim. beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve "duyu organlarımdan yoksun bırakarak" beni işkencelerin en büyüğüne tuttunuz. deyim yerindeyse yani, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: gece gündüz. gece hangisi, gündüz hangisi peki? nasıl bilebilirim? pencerenin arasından sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız zaman gibi sahte. sessizlik. dışarının sessizliği, ne de bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. hiçbir şey!


5 Ağustos 2011 Cuma

Yazma artık muharrir!



Madame de Prie dün gece yarısından sonra bizim evin mutfağında intihar etti. Onun için üzülmeliyim. Hikâyeye göre aslında geçtiğimiz yüzyılın başında Paris’te olmuştu bu olay. Ama ben o hikâyeyi dün gece mutfakta okudum. Bu sabah uyandığımda hala mutfakta yaşlı bir Fransız kokonasının cesedi vardı. Zavallı kadın!  Zavallı Madame de Prie, aynadaki aksinin kendisiyle alay ettiğini gördüğünde ölmeye karar vermişti. Artık öylesine güçsüzdü ki en azından ölümünün kendi elinden olmasıyla kudretini herkese göstermek istedi.  Arkasından söylenen tek şey onun yaşadıklarının sadece tipik bir Zweig öyküsünün alâmetifarikası olduğuydu. İnsanlar okusun diye yazılan bir kadın; Madame de Prie; yok etmekten yok olmaya yolculuk…

Gidip doğrusorularısoramayanadam'la konuştum:

-         Birisi bizi yazıyor birader!
-         Nasıl yani?
-         Bayağı… Olayların arasında hep sonradan fark ettiğimiz ilişkiler olması beni korkutuyor. Başka türlü açıklayamıyorum, biz roman karakterleriyiz ve ne yazıldıysa onu yaşamak zorunda kalıyoruz.
-         Kim yazıyor sence?
-         Bir türlü bulamadım. Muhtemelen Fante. İyi bir ihtimal Miller. Eğer böyleyse işin içinden çıkarız. Ama umarım Zweig yahut Beckett değildir, mahvoluruz, yok oluruz.
-         Ne yapacaksın peki?
-         Gidip o şerefsizi bulacağım. Yazdıklarını okuyup neler olacağını önceden öğreneceğim. Ya da silah zoruyla ortalama bir mutlu son yazmasını sağlayacağım.

2 Ağustos 2011 Salı

bu blog'ta yazılmış en iyi yazı "donuk adam sendromu" adlı yazıdır. Yazarından çok etkilendiğimi ifade etmeden geçemeyeceğim.

dam var dediler geldik. Ne! Biri dam mı dedi?

Ev Hali

Yasin: Tanrım tüm bunları hak ettiğimi biliyorum ama yine de yapma be!

Halit: N’oluyor lan, ne bağırıyorsun akşam akşam?

Yasin: Tanrıyla konuşuyorum.

Halit: Git başka yerde konuş, kafamızı siktin!