16 Ağustos 2011 Salı

Çeşmeköy Günlükleri


Δεν ελπίζω τίποτε,
Δεν φοβούμαι τίποτε,
Είμαι λεύτερος.

Burada bir köy var uzakta. Geldim gördüm, “bizim” değil bu köy, çocukların. Zihnimi ve bedenimi yağmalayan haramilerden kaçıp geldim buraya. Güzel bir köy, yeniden başlamak için güzel bir yer. Üstelik Galadriel ve Gandalf burada yaşıyor, padavanım Andy Dufrense de burada, beni bekliyor. Kaçık varoluşumu biraz ehlileştirmek istiyorum. İşe yarıyor.
İnsanlar güne erken başlıyor burada. Günün her anına özen göstererek yaşıyorlar. Sıkı çalışıyorlar. Sabah 08.00’de uyandığımda Ak Sakallı kızıyor, “öğleye kadar uyudun” diye takılıyor bana. Temiz hava, temiz su, sağlıklı yaşam filan var ve minimum alkol, minimum tütün, hiç sandviç… Her gün tavukların yokuşunu inip köy meydanından su dolduruyorum. Pai Mei’ye su taşıyan Beatriks Kiddo gibi düşlüyorum kendimi. Burada bir katarsis var, seziyorum. Varoluşumu ehlileştireceğim, biraz olsun değişmek istiyorum.
Deniz, en büyük kâbusum gibi. Suya girmek bir zorunluluk gibi geliyor. Ak Büyücü yüzme bilmiyor ama Galadriel’i yalnız bırakmaz o asla, köpükleri kuşanıp açılıyor. Ben her zamanki kadar sudan korkuyorum. Bunu aşmak istiyorum. Galadriel yanıma geliyor, “su sensin” diyor, “su ol”. Bir türlü içselleştiremiyorum bunu. Yine de etkili oluyor, padavanımın elinden tutup yüzmeye başlıyorum. “Ben suyum”.
Birazcık huzuru bulmuşken cep telefonuma düşen bir mesaj kaçıp geldiğim hiçliğin / piçliğin döndüğümde Ankara Otogarı’nda beni bekliyor olacağını hatırlatyor:
“Üç haftadır aramadın. Sadece sevişmek istediğinde arıyorsun. Hayvan!”
İster istemez hak veriyorum buna. Zat-ı muhterem neyse ki inatla inkâr ettiği gerçeği görmüş. Onun adına sevindim. Tabi ki yanıt vermeyeceğim. Bundan çok sıkıldım. Kıyametim olacak bu aşksız ilişkiler, biliyorum. Böyle bir noktaya geleceğimi hiç düşünmemiştim. Ama geldim işte. İlginç bir ruh hali. Bu halime en çok doğrusorularısoramayanadam tanıktır. Ona geçen hafta bahsetmiştim:
-Kadın kaprisi çekemem diye poli-amora sardırdım, ama şimdi de bir sürü kadının kaprisiyle aynı anda uğraşıyorum. Ne yapacağız be pampa?
 Edebiyata saklanıyorum yine tabi ki. Zweig’tan kaçıyorum. Biraz Henry Miller iyi geliyor. Yusuf Atılgan’ı asla sevemeyeceğimi fark ediyorum. Hatta Nick Cave’in yazarlığının şarkıcılığından daha başarılı olduğunu keşfediyorum. Bunny Munro ölürken oluyor bunlar. Ah Nikos! Şimdi yanımda olmalıydın.
Sonra bir anda çocuklar sarıyor etrafı. Önce beni hiç sevmiyorlar. “Papaz” diye sesleniyorlar bana. Umursamıyorum. Çocukluğum bana piçliğimi anımsatır hep, bu yüzden ben de çocukları sevmem zaten. Birbirimize somurtarak bakarken bir tanesi gelip “amca sen papazca biliyor musun” diye soruyor. Gülüyorum. Çok hoşuma gidiyor bu. Kadrini kıymetini unuttuğum bir şeyi hatırlıyorum; çocuk dehasını…
Çocuklar ve çocukluğum kol kola giriyor. Ay dedeye selam verip yola çıkıyoruz, sihirli papuçlarımız ayaklarımızda. Kötü kalpli büyücünün oyunlarına gelmeden şahlanıyoruz. Dağları tepeleri birer yılkı gibi aşıp, pirelerin berber develerin tellal olduğu, çeşmelerinden çikolata akan, bütün hayvanların konuştuğu, gökteki bulutların pamuk şeker olduğu, yağmur yerine şekerleme kar yerine dondurma yağan,  uslu olmak gerekmeyen, büyüklerin çocukları rüyalarından uyandırmadığı o ülkeye varıyoruz. Kılıçlarımızı kuşanıp masalların en güzel prensesini en azılı haydutun elinden kurtarıyoruz. En büyük ejderhanın karşısına çıkıp, en kıymetli hazineleri halka dağıtıyoruz. Görünmez oluyoruz, uçmayı öğreniyoruz, denize açılıp fersah fersah yol alıp deniz kızlarını korsanlardan kurtarıyoruz. Şarkılar söyleyip oyunlar oynuyoruz, sonra birden akşam ezanı okunuyor. Çocuklar yine azarlanma korkusuyla, anne şefkati ve baba otoritesinin iğrenç ahengiyle kurulan o lanet sofralara oturmak için evlerine gidiyor.
-Koşun çocuklar koşun! Bütün çocuklara bisiklet dağıtıyor Tanrı. Koşun! (Aslında bir Tanrı olmadığı gerçeğini kabullenene kadar en azından dua etmenin ve dilek dilemenin tadını çıkarın.)
Çocuklarda bulduğum şey çocukluğumdan arta kalanlar, biliyorum bunu. Tarihe bel hizasından baktığım zamanı anımsıyorum. Oldukça kısa sürüyor. Benim gibiler yahut “biz” için uzun sürmez zaten. Cehennem gibi bir çocukluğun ardından “şükür büyüdüm” dediğimiz günü hatırlarız hep. Benim için de öyle işte. Hüzünlenmek, mutlu olmak, eğlenmek, acı çekmek ya da hepsi birden.
-Çocuklaşma yine Cahit!
Haliyle kısa süren çocukluğu katlayıp cebime koyuyorum, masallara nispeten alkol, seks, politika ve parayı önemseyen bir züppe olarak Bodrum’a yol alıyorum. Camdan dışarı baktığımda gördüğüm manzara için önceden yaptığım bir tasvir aklıma geliyor. “Deniz yeşil elbisesini çıkaran mavi bir kadının teni gibi”. Ne kadar da erotik, demek ki büyümüşüz. Büyüyüp kurtulduğumuzu sanmışız. Ama hiçliğin de piçliğin de izleri öyle kolayca silinmiyor. Düşünüyorum, çıkış arıyorum, olmuyor. Piçlik baki. Misal çocukken sürekli “yetimhaneye tıkarız seni” diyerek verdikleri gözdağının yerini büyüyünce “seni hapishaneye tıkarız” tehditi almış. -Ki gelecekte bu da “tımarhaneye tıkarız seni” şeklini alacak. Hala illegaliz. Hala piçiz. Hala kralların lanetlediği çingeneleriz işte. Değişmiyor.


1 yorum: