23 Ağustos 2011 Salı

Röveşata Sevdası


Futbol tanrısı kramponunu ayağından düşürdüğünde yeryüzünde bir heyula dolaşmaya başladı; röveşata! Futbolun en muhteşem, en zor, en estetik, en az görülen ve en insanüstü hareketi…
Tarihte ilk defa bu hareketi Ramon Unzaga isimli bir İspanyol futbolcunun Şili’de yaptığı söylenir. Bu nedenle bir dönem “Şilili” (Chilena) olarak anılmış hareketin Avrupa’da “bisiklet vuruşu” (bicycle kick), “makaslama vuruşu” (scissor kick) ve “geri tepme” (reverse shoot) gibi isimleri olmuştur. Bizim dilimizde kullanılan “röveşata” (rovesciata) İtalyancadan gelir.
Futbol tarihinde en fazla röveşata çekmiş futbolcu yine Şili’den David Alfonso Arellano Moraga’dır. Fakat bu hareketin yeterli popülerliği kazanması 1960’larda Pele sayesinde olmuş ve bu nedenle röveşata her ne kadar Şili kökenli olsa da Brezilya patentiyle anılır olmuştur. Türkiye’de ise ilk röveşataları mahalli ligler zamanında Süleymaniye formasıyla 20 maçta 108 gol atan Balerin Sabri’nin çektiği anlatılsa da “röveşata” denildiğinde akla gelen isim şüphesiz Tanju Çolak’tır.
Röveşatanın anlamı göründüğünden daha derindir: Çoğunlukla gereksiz olduğu düşünülse de bu hareket yerinde ve zamanında yapıldığında en alakasız pasları gole çevirmeye yarayan tek vuruş stilini ortaya çıkarır. Bu bakımdan röveşata yetenekli olmaktır. “Ben bu işi biliyorum” demenin özetidir. Fakat daha önemlisi bu hareket birçok durumda bir güç gösterisidir. Bir röveşata denemesi başarısız olduğunda dahi seyircileri etkilemek ve karşı takımın oyuncularını korkutmak için yeterlidir. Röveşata çeken futbolcu herkesi etkisi altına alabilir. Dahası, röveşata bir isyandır. Göğüs kontrolünün ardından basit bir plaseyle ağlara yollanacak pası röveşata aşkına kaçıran futbolcunun arenada isyan eden Spartaküs’le arke-psişik bir bağı vardır. Bunun kefareti genellikle antrenörün küfürleri eşliğinde yedek kulübesine yol almaktır. En önemlisi de şudur ki röveşata -cenin pozisyonuna en yakın vuruş stili- [yine] bir ana rahmine dönüş çabasıdır. Bir futbolcu başarılı bir röveşatanın ardından yerden kalktığında yeniden doğmuş, bütün başarısızlıklarını unutturmuştur.
Röveşata çekebilmenin birtakım incelikleri vardır: Öncelikle acıdan korkmamak gerekir. Çünkü röveşata acıyı gerektirir, yere düşmeyi ve kalkmayı öğretir. Yine de çok zarar görmemek için röveşata denemesinin ardından yere düşerken ellerinden destek alarak yavaşlamaya dikkat etmek gerekir. Aksi durumda herhangi bir röveşata denemesi, futbolcunun boynunun kırılmasına dahi neden olabilir. Bununla beraber başarılı bir röveşatanın yegâne sırrı havada sırtüstü dönen gövdenin tam topa vuruş anında yere paralel olmasıdır. Bu, vuruşun ardından topun düzgün ve hızlı gitmesini sağlayan şeydir. Sert bir vuruş için ayrıca sıçradığın ayağınla topa vurmak gerekir. Fakat hepsinden önemlisi, her bir röveşata girişiminin madara olmak, sakatlanmak, saçmalamak v.s. gibi belirli riskleri göze almayı gerektirmesidir. Bu yüzden röveşata çekmek kumar oynamak gibidir, yani kazancı da kaybı da büyük olacaktır.
İlginçtir röveşata... Hiç röveşata çekmeden ölen futbolcular olduğu gibi çok iyi röveşata çektiği halde futbolcu olamayanlar vardır mesela.
Peki, adına “röveşata” dedikleri bu futbol hareketi insanın hayatını ne kadar etkileyebilir? Anlatayım:
Çocukken bir mahalle maçı esnasında solak olduğumu ve röveşata çekebildiğimi fark eden Eşref Hoca’nın elimden tutup beni kulübe götürmesiyle hayatıma giren futbol, ergenlik dönemlerimde kolay bir sınıf atlama yolu olarak fazlasıyla cazip bir hal almıştı. Planım hemen futbolcu olup iyi para kazanmak ve annemin borçlarını ödemekti. Fakat ciddi bir sorunum vardı. Uzun saçlı olmam ve okur-yazar takılmam yetmezmiş gibi her maçta üst üste giriştiğim röveşata denemeleri de insanlara anlamsız geldiği için bir futbol ucubesi olarak “artist Yaso” diye yaftandım. Gittiğim hiçbir takımda diğer oyuncular (hiçbirisi röveşata çekemiyordu ve hiçbirinin babası saçlarını uzatmasına izin vermiyordu) ve antrenörler beni sevmedi. Öyle ki B Genç Ligi’nde oynadığım 1999 yılında, yalnızca bir sezon içerisinde 6 farklı takımda yer alarak rekor kırdım. En son orta sıralarda yer alan D.spor’da da tutunamayınca usturuplu hiçbir takım beni kabul etmedi. Ben de çareyi ligin son sırasında bulunan S.spor’a lisansımı teslim etmekte buldum. Tamamı sanayi kalfalarından oluşan bu takımda da tutunamazsam halim haraptı.
Soyunma odasına ilk girdiğimde karşılaştığım şey yine bir grup yarı çıplak abazanın “vay artist Yaso buraya gelmiş”, “sen git kızlarla ip atla”, “artist misin oğlum sen” gibi sataşmalarıydı. Neyse ki ilk antrenman maçında attığım röveşata golüyle hepsinin çenesini kapadım. Antrenör de fena adam değildi aslında, en azından öncekilere nispeten anlayışlıydı. Sonraki birkaç hafta boyunca çıktığım maçlarda ortalamanın üzerinde bir oyun sergiledim. Fakat eninde sonunda bu takımdaki antrenörün de ilgisini çeken şey attığım gollerden çok maçlarda röveşata denemeleriyle harcadığım pozisyonlar oldu.
—Artist misin oğlum sen? Harcadın güzelim topu!
O hafta en çok oynamak istediğim maça sıra gelmişti. Büyük bir kavgayla ayrıldığım [atıldığım] eski takımım D.spor’a karşı oynayacaktık ve benim muhakkak gol atmam lazımdı. Antrenör maçtan önce beni kenara çekip “bu senin son şansın” dedi. “Artistlik yaparsan atarım takımdan”. Çaresiz kafa salladım. “Söz veriyorum hocam” dedim, “röveşata yok, gol var”. Kırmızı bandanamla saçımı tutturup maça çıktım. Hakem yine maç başlamadan kolyemi ve yüzüklerimi çıkarmamı istedi, mukavemet etmedim. O maçta çok mütevazi olmaya karar vermiştim.
Müsabakanın son 10 dakikasına girdiğimizde o aptal penaltıdan yediğimiz golle 1-0 yenik durumdaydık. Gol atmak için kendimi paralamış ama bir türlü becerememiştim. Eski takımımdaki hödükler de maç boyunca ettikleri küfürlerle iyiden iyiye asabımı bozmuştu. Ne yapacağımı bilemiyordum, kafam çok karışıktı ve sonunda o pozisyon geldi çattı. Sol açıktan ani bir deparla öne fırlayan İzzet sert ve kavisli bir orta yaptı. Kaleci topu yakalayamayıp boşa çıktığından bir anda altı pasın içerisinde boş bir kale ve kafamın yarım metre üstünden bana doğru gelen bir meşin topla baş başa kaldım. Böyle bir pozisyonu kaçırmam imkânsızdı, üfleyerek bile gol atabilirdim, her şey yolundaydı, maçı kurtaran adam olacaktım. Fakat daha fazlasını istiyordum. Tanrı olmak istiyordum, efsane olmak, yeniden iyi bir takıma gitmek, sonra daha iyisine, zengin olup annemin borçlarını ödemek, hemen futbolcu olup parayı kırmak… Her neyse. Olan oldu. Dayanamayıp röveşatayı patlattım.
—Benimle kafa yapan bütün hödüklere dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek adına!
Hakem bitiş düdüğünü çaldığında boş kaleye çektiğim röveşatayla direkten dönen topun ağırlığı üzerime çöktü. Yenilginin hesabını vermek üzere herkesin bakışları arasından soyunma odasına yürüyordum. Takımın malzemecisi Fikret abi yanıma yaklaştı. “Olmazsın oğlum sen, artist” dedi. “Sen ne anlarsın ki” diye tersledim adamı.
Takımdan atıldıktan kısa bir süre sonra eşyalarımı toparlamak için kulübe gittiğimde Fikret abi tek başına çamaşır yıkıyordu. Çantamı alıp sahanın kenarına çıktım. “Fikret abi be” dedim, “bir orta yapsana bana”. Sağ üstten gelen topa -o sıralar moda olan bok rengi CAT marka- botlarımla röveşatayı patlattım. Ayağa kalkıp “hoşçakal abi” dedim. Elini sıktım. İlginç bir ifadeyle baktı yüzüme. “Git mektebinle uğraş oğlum sen” dedi. Gittim. İdman saatlerim boşaldığından okuldan sonra çalışabileceğim bir lokantada iş buldum.

On iki sene geçtikten sonra bu yıl halı sahada maç yaptık. Son dakikalarda Özkan elli metrelik güzel bir degaj yapıp topu bana gönderdiğinde röveşata aşkım depreşti. Denedim. Top ayağıma oturmadığından komik bir şekilde dışarı çıktı. Sırtımdaki ağrıyı ve yine madara olduğumu düşünerek ayağa kalktığımda rakip takımdakiler dâhil herkesin bu girişimi alkışladığını fark ettim. Kimse “artist Yaso” diye dalga geçmedi. Kimse saçımı, sakalımı, kılığımı, artistliğimi ve en önemlisi beyhude röveşatalarımı hor görmüyordu. “Sorun bende değilmiş be” dedim kendi kendime. “Evet, röveşata sadece benim yaşam biçimimmiş”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder