“Sevgili
Bilge;
Bana bir
mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son
buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım
kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanmadan büyük bir öfke ve şiddet içinde
ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak
konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım.
Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski
karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de
kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık
hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne
olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek
için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi
Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden
beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku
girmeseydi. Hiç olmazsa, arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri
dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim.
Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına
bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne
aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her
şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamamış birinin ölü
yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım diyerek bir
öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görünüşle ayakta
tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir
davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa
ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa Sevgili Bilge, aziz varlığımı artık
ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke
bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle
terk edinceye kadar gidipgelenazizvarlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı
insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak
durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları
tarafından okunmazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu
da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alınyazısı da, ölümün anlamını
bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre
bu durum daha acıklıdır.
Ben ölmek
istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle,
Sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini
korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve
onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da
artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum
ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, Sevgili
Bilge; kötülüğüm kelimelerin arasında kayboluyor.)”
Oğuz Atay - Tehlikeli
Oyunlar / 383-384
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder